ARAP DEVRİMLERİ VE KOLEKTİF BİR HAK OLARAK KALKINMA SORUNU
Değerli katılımcılar,

Ev sahibi örgüt, İnsan Hakları ve Mazlumlar için Dayanışma Derneği MAZLUMDER olarak öncelikle hepinize hoş geldiniz demek istiyorum.

İstanbul’da devam eden Birleşmiş Milletler En Az Gelişmiş Ülkeler Forumu çerçevesinde küresel dünyanın ve insanlığın önemli bir sorunu olan kalkınma ve en az gelişmiş ülkeler meselesine dair önemli çözüm yollarına ulaşacağımıza inanıyorum.

En az gelişmiş ülkeler meselesinin ele alındığı bu değerli forumda Arap coğrafyasında devam eden devrimlerin tartışılmasını ve anlaşılmasını ayrıca önemli bulmaktayım.

Değerli Katılımcılar,

Kalkınma ile toplumsal barış arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır, zaten kalkınma, barış ve çevre hakkı gibi kolektif bir hak olarak uluslararası temel metinlerde yer bulmuştur. Birleşmiş Milletlerin Kalkınmaya Dair 1986 tarihli bildirgesine göre halkların ve bireylerin gelişmesinin yararına olan şartların yaratılmasında asıl sorumluluk devlete aittir.

Aynı bildirgeye göre; “Devletler, gelişme hakkının gerçekleştirilmesi için ulusal düzeyde gerekli her türlü tedbiri almayı ve herkesin temel kaynaklara, eğitime, sağlık hizmetlerine, yiyeceğe, barınmaya, işe ve adil bir gelir dağılımına sahip olmasını sağlamayı taahhüt eder. Gelişme sürecinde kadınların faal bir role sahip olmalarını sağlamak için etkili tedbirler alınır. Her türlü toplumsal adaletsizliği ortadan kaldırmak amacıyla, gerekli ekonomik ve sosyal reformlar yapılır”.

Kalkınmanın sadece tüketimle ya da ekonomik rakamlarla ölçülebilen bir istatistik veri olmayıp insan onuruna uygun bir yaşam olduğu da düşünülürse bölgedeki ve dünyamızdaki mevcut siyasi yapının adaletsizliğin kaynağı olduğu açıktır. Adaletin olmadığı bir dünyada barıştan ve istikrardan bahsetmek de mümkün değildir.

Küresel dünyada az gelişmişlik sorunu sadece En Az Gelişmiş Ülkelerin meselesi olarak ele alınmamalıdır. 1971 yılında 25 olan en az gelişmiş ülke sayısı bugün 48 olarak ifade edilmektedir. Buradan da anlaşılacağı gibi globalleşme ve dünyadaki mevcut ekonomik sistem, gelişmişlik ve gelişmemişlik adaletsizliğini ortaya çıkartan başlıca öznedir. Dolayısıyla sorunun anlaşılması ve çözümü için genel ve gerçekçi bir uluslararası dayanışma kaçınılmazdır.

Değerli Katılımcılar,

2010 Aralık ayında Tunus’ta başlayarak cevre ülkelere yayılan ve şu ana kadar Tunus’ta ve Mısır’da diktatörlerin koltuklarını kaybetmesiyle sonuçlanan devrimler, bunun yanı sıra Suriye, Yemen, Bahreyn, Libya ve diğer ülkelerde devam etmekte olan protesto hareketleri önemli bir tarihi kırılma olarak kabul edilmelidir.

Yaşadıklarımızın ve gördüklerimizin tarihsel açıdan çok yönlü analiz edilmesi gerekmektedir. 17 Aralık tarihinde Sidi Buzayd kentinde bir bilgisayar mühendisi olan Muhammed Buazzizi’nin işsizliği ve devlet görevlilerinin kötü muamelesini protesto etmek için kendini yakmasıyla başlayan olayların 23 yıllık Bin Ali rejiminin bir ayda sonunu getirmesi aslında tüm acımasızlığına ve gösterişine rağmen diktatörlük düzenlerinin ne kadar kof ve temelsiz olduklarını da ortaya koymuştur.

Bölgedeki devrimleri ateşleyen önemli dinamik olarak iktisadi sorunlar ve gelir dağılımı adaletsizliğinin yanı sıra:

- basın ve ifade özgürlüğünün olmayışı,
- din ve vicdan hürriyeti alanında yaşanan baskılar,
- örgütlenme özgürlüğünün engellenmesi sonucunda sivil toplumun gelişememesi,
- hukukun üstünlüğünün yok sayılarak yargının siyasal erkin memuru haline getirilmesi,
- siyasal katılım kanallarının kapalı olması sonucunda halkın yönetime katılmasının engellenmesi

gibi başlıca özgürlük taleplerini de sayabiliriz. Tunus, Yemen ve Mısır’da özgürlük taleplerinin yanında ekonomik talepler de açıkça dile getirilirken Libya, Suriye ve Bahreyn’de ekonomik sorunlar ikinci planda dile getirilmektedir.

Siyasi egemenliğin bölgedeki kurgulanışı ülkelerin ekonomik, siyasi ve bürokratik imkanları ile halklar arasında engeller oluşturmuş ve bu sayede ülke kaynakları büyük ölçüde yönetici aile ve yakın çevresinin çıkarları için kullanılır olmuştur. Uzun yıllar devam eden ve halkların sırtında bir kambur gibi duran bu zümrelerin yaptıklarından şüphesiz kendileri kadar onlarla ilişki kuran gelişmiş devletler de sorumludur.

Orta Doğu’daki diktatörler yıllarca toplumlarının zenginliklerini kendi küçük çevrelerinin çıkarına ABD’ye, Fransa’ya, İngiltere’ye ve İtalya’ya pazarlarken, halklarını en temel özgürlüklerden yoksun bırakırken, baskının en karanlığını ve en acımasızını uygularken bu büyük devletlerin demokrasiden, toplumsal barıştan ve özgürlüklerden bahsettiğini duymamıştık. Yani büyük devletlerin destekleri, görmezden gelmeler ve sessiz onayları olmasa idi diktatörlerin büyük suçları işlemeye devam etmeleri mümkün olmayacaktı. O halde, halkların şikayet ettiği o zulümlerin tek sorumlusu yerli diktatörler değil onlara ses çıkarmayarak, kirli ticaretten alabildiğine nemalanan ve suçun oluşmasına ortak olan büyük devletlerdir de.

Tüm bölgede belirli çapta olan ve Libya özelinde açıkça yapılan müdahalenin gerekçesini batılı devletler, bölgeye demokrasi getirmek olarak ifade ediyorlar. Eğer demokrasi konusunda bu kadar samimi iseler, şu anda değiştirmeye çalıştıkları demokrasi yoksunu eski rejimlerle yaptıkları ekonomik anlaşmaları da geçersiz saymaları gerekmektedir, çünkü o anlaşmalar, içinde halkın iradesi olmayan anlaşmalardır; demokratik meşruiyeti olmayan yönetimler tarafından yapılmışlardır. Ya da, Fransız cumhurbaşkanı adayı olduğunda seçim kampanyasının finansmanını Kaddafi’den alırken aklına demokratik meşruiyet, baskıcı diktatörlük ve özgürlük sorunsalını getirmeyen Sakozy’nin bugün Libya’ya askeri müdahale için en önde koşturması Kaddafi’ye verdiği meşruiyetin sorumluluğundan onu kurtarmadığı gibi müdahalenin demokrasi için olduğuna dair inancı da zedelemektedir. Öyle anlaşılmaktadır ki batılı devletlerin müdahalesi, halkın sabrının taştığı ve artık baskılara ne pahasına olursa olsun karşı çıkma iradesi gösterdiği zaman yeni duruma uygun pozisyon tazelemekten ibarettir.

Arap sokaklarını harekete geçiren bir diğer dinamik ve motivasyon da geleneksel toplumlarda kadınlara ve gençlere biçilen sosyal rol olan tüketici ve asli olmayan aktör rolünün bu kesimler tarafından yetersiz bulunmasıdır. Bu açıdan bakıldığında, Arap baharı, kendileri için biçilen ikincil role razı olamayan, yalnız tüketici değil aynı zamanda içinde yaşadıkları toplumun dönüştürücü aktörü olmak istediklerini ortaya koyan kadınların ve gençlerin tarihe el koyması olarak da anlaşılmalıdır.

Değerli Katılımcılar,

Özellikle 11 Eylül sonrasında ABD’nin tüm dünyada yürüttüğü terörle mücadele konsepti çerçevesinde Arap rejimleri kendi ülkelerinde bulunan muhalif unsurları küresel terör ağlarıyla ilişkili olduğu gerekçesiyle daha rahat ezebilme imkanı buldular. Bir taraftan muhalifleri ABD’ye ve Guantanamo’ya pazarlayarak uluslararası meşruiyet satın aldılar, diğer taraftan da dikensiz gül bahçesi yaratmış oldular.

Baskıları meşrulaştıran bir diğer unsur ise Arap yönetimlerin İsrail’le mücadele ediyor görüntüsünden devşirdiği meşruiyetle kendi halkları üzerinde dilediğini yapma imkanı kazanmasıdır. İsrail’in bölgede Filistin dışında işgal ettiği tek toprak parçası olan Golan’ın Suriye’ye ait olmasına rağmen Suriye yönetimi Golan’ı kurtarmak için tek bir mermi atmamış iken muhalif Filistinli örgütlere destek veriyor görüntüsünden aldığı yetkinlikle kendi halkı üzerinde keyfi baskılarını sürdürmektedir.

Arap Rejimlerinin gerek terörle mücadele etme adına uluslar arası sisteme sunduğu hizmetten elde ettiği uluslararası meşruiyet, gerekse İsrail’le mücadele ediyor görüntüsü altında elde ettiği ulusal meşruiyet ile ülkelerinde sürdürdükleri keyfi ve baskıcı sistem dayanılmaz hale gelince korku duvarı aşıldı ve mevcut devrim dalgası yayılmaya başladı.

Ne bir siyasi önderliği ne de siyasi bir kadrosu ve programı olmayan bu devrimlerin coğrafi olarak az gelişmişliğin sınırları dışında kalan Arap dünyasında gerçekleşiyor olması az gelişmişliğin sadece iktisadi rakamlarla anlaşılamayacağını, bir ulusal ve küresel adalet meselesi olarak anlaşılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Nitekim Tunus’ta olayların başlamasından üç ay önce Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma Ölçümü Raporu’na göre Afrika kıtasındaki en iyi iki ülke Tunus ve Mısır olarak ifade edilmiştir. Dolayısıyla bu rapordan üç ay sonra başlayan devrimlerin istatistiksel bir karşılığı bulunmamaktadır.

Bugün lokal anlamda şahit olduğumuz isyan hareketlerinin daha geniş küresel bir boyuta taşınması ihtimali göz önünde bulundurulursa, tüm bireylerin, toplumların, kurumların, devletlerin ve devlet üstü yapıların; ahlaki temele dayalı, hak ve adaletin üstün tutulduğu, çiftte standarttan uzak, insan onuruna saygılı bir dünya kurulması için el ele vermesi gereği önemli bir hedef olarak önümüzde durmaktadır.

Bu vesileyle ben İstanbul’dan Arap coğrafyasında devam eden devrim hareketlerini selamlıyor ve bu değerli toplantının hazırlanmasında emeği geçen tüm kurumlara teşekkür ediyorum.

Ahmet Faruk ÜNSAL
MAZLUMDER Genel Başkanı

Not: Bu Yazı 12 Mayıs 2011 Tarihli İstanbul Kongre Merkezinde, Birleşmiş Milletler En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı Sivil Toplum Forumu çerçevesinde düzenlenen Spring Revolution in the Arab Region and their Implicaions for Development başlıklı oturumda tebliğ olarak sunulmuştur.
YAYIN BİLGİLERİKategori Adı MakalelerTarih 2011-05-13Yazar Ahmet Faruk Ünsal - MAZLUMDER Genel Başkanı
Şube ve Temsilcilerimiz
istanbul
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği - MAZLUMDER İSTANBUL ŞUBESİ
Adres: Molla Gürani Mh. Şehit Pilot Mahmut Nedim Sk. No: 5 Kat: 4 Fatih / İSTANBUL (Aksaray Metro Durağı B Kapısı Karşısı)
E-posta: mazlumder[a]gmail.com | Telefon: +90 (212) 526 2440 | Faks: +90 (212) 526 2438

Ziyaretçi Sayımız : 4631892