Emek Sermaye İlişkisi
İnsanın başkasının işinde bir şey karşılığı çalışması, bunun karşılığı ücret alması, iş yaparak üretilen değerden pay alması; üretimin diğer insanlarının emeklerinin kullanılarak çoğaltılması, beden gücünün yada beyin gücünün ücret karşılığında kiralanması/satılması; birisinin, kendisini ve ailesinin temel ihtiyacından fazla üretip, takas,sonraları da para karşılığında satmaya başlaması ile üretim ilişkileri ortaya çıkmıştır.

İnsanın başkasının işinde bir şey karşılığı çalışması, bunun karşılığı ücret alması, iş yaparak üretilen değerden pay alması; üretimin diğer insanlarının emeklerinin kullanılarak çoğaltılması, beden gücünün yada beyin gücünün ücret karşılığında kiralanması/satılması; birisinin, kendisini ve ailesinin temel ihtiyacından fazla üretip, takas,sonraları da para karşılığında satmaya başlaması ile üretim ilişkileri ortaya çıkmıştır.***

Demek ki bireyin ihtiyacından fazla üretmesi ve üretilenlerin diğer insanlara bir şey karşılığı olarak verilmeye başlanması ticareti; fazla üretim için insanların emeğimden yararlanılmaya başlanması da işçi-işveren, emek-sermaye, amele-sahibiyet ilişkisini ortaya çıkarmıştır. ***

Belki toprağın ekilmeye başlanmasıyla ekim de yardım talebi ve ekilen alanın şahsi mülk ilan edilip koruma altına alınmasıyla taşınmaz özel mülkiyet farklı bir hal almaya başlamıştır. İnsanın doğal olandan kopuşu/ doğada yaşam kabiliyetlerini kaybetmiş olması da bu ilişkiyle ortaya çıkmıştır. Bir işverene bağımlı olarak yaşar hale gelen insan, bu zaafını çocuklarına da miras olarak bırakmıştır. Bu durum toplumsal sınıfları, farklılıklar gösteren kastları ortaya çıkarmıştır.***

Dünyanın üzerinde insan başına boş olarak milyonlarca km karelik arazi varken, doğaldan kopuş bağımlılığı, bağımlılık da köleliği ortaya çıkarmıştır. Özgür insan; malikin mülkünü çoğaltmak için bir araç yada kendinin olmayan mülkün ücretli, bazı zamanlarda da gönüllü bekçisi olmuştur.***

İnsanlardan bazıları kimilerinin yaşam kapısıdır artık. Onlar da kendilerine ücret verenin; hizmetçisi, işçisi, amelesi, askeri, kölesidirler. Yani insanlardan bir bölümü, tarla gibi, meyve ağacı gibi, maden çıkarmaya yarayan bir alet gibi veya etinden sütünden yararlanılan hayvan gibi, üretim aracı statüsüne inerken, mülk sahipleri üretim araçlarına sahip olduklarından başka emeğinden yararlandıkları insanların da maliki oldular. ***

Eşitlik ve adalet dengesi bozuldu, ahlak ise, mülk sahipleri lehine, güçlüden yana bir eğilimle şekillenmeye başladı. Mülkün sahibi olanlar siyasal egemenliklere de el attılar. Firavun, Nemrut, Engizisyon, Ebu Cehil tipleriyle insanların inançlarının nasıl olacağına da hatta yaşama ve ölümlerine de karar verme hakkını kendilerinde görebilecek azgınlığa kadar tırmandılar. ***

Yeryüzünde mutlak adaletin tesis edilmesi belki mümkün değil, ancak insan-insan ilişkileri, adalet zemininde olmazsa tabiattaki güçlü, zayıfla beslenir ilkesinin ötesine geçmekde, güçlü zayıfın neslini tüketir, türünü yok eder hale gelir. Yiyebileceğinden fazlasını öldürür, tüketebileceğinden fazlasını elde etmek için öldürür, köleleştirir, köleleştirdikleriyle de toplumları sömürgeleştirir. Köleleşen emek, çaresizliğini çocuklarına ve torunlarına miras bırakır, bu böyle sürer gider.***

İnsan-insan ilişkileri: Ahlak, eşitlik, özgürlük ve adalet zemininde çözümlenmelidir. Hiçbir şey bu değerlerin üstünde tutulamaz. Zaman ve şartlara göre sorunların değişkenlik gösterdiği doğrudur ancak bu değerler insan ilişkilerinin omurgasıdır. Teknoloji ve şartların değişmesiyle etkilenmez. Bu bakıştan yoksun olan günümüz üretim ilişkileri, toplumların az bir kesimine servet ve refah üretirken çoğunluğa açlık ve sefalet sunmaktadır.***

İnsanların iş birliği yaparak bir birinin gücünden yararlanması normaldir. Sorun, bu karşılıklı yararlanma sonucunda ortaya çıkan değerin, taraflar arasında nasıl paylaşılacağıdır. İki insan ikisinin de sermayesi eşit üretime emeklerinin de katkıları eşit olmak üzere bir iş yapıyorlar, değer üretiyorlar. Üretilen bu değerleri nasıl paylaşırlar’ Tabi ki eşit olarak paylaşırlar. Neden’ Çünkü üretime katkıları eşit de ondan. Emeği ile iş yapan iki kişi, birlikte iş yapıyor. Üretilen değeri haliyle eşit paylaşıyorlar. Neden’ Üretime katkıları eşit de ondan. Eşit değilse katkıları oranında adil bir şekilde paylaşırlar. ***

Üretime yalnızca sermayesi ile katılan ve sermayeleri eşit olanlarında kendi aralarında üretilen değerden pay alırken eşitsizliği düşünülemez. Sermayeler eşit değilse sermayeleri oranında üretimden pay alıyorlar. Yukarıda ki verdiğimiz örneklerden yola çıkarak şu soruyu sormaya hakkımız olsa gerektir. Üretilen değer eşittir, emek artı sermaye olduğuna göre, biri olmadan diğerinin tek başına değer ortaya çıkaramayacağı açıktır. Emek ve sermaye üretimin olmazsa olmaz iki temel unsuru olduğuna göre, üretilen değer, emekle sermaye arasında, neden eşit paylaşılmaz’ Cevap basit ve yalın. Çünkü emekçiler, sermayedar ve yaşam şartları karşısında zayıf bırakılmıştır da ondan. Bu durumda varlık sebebi şartları zayıftan yana dengelemek olan devlet, haksız yollardan elde edilmiş mülkleri asıl sahiplerinden korumaktan başka ne işe yarar’***

Karl Mark’sın emeği en yüce değer olarak nitelendirmesi, İktisadi ve İçtimai fikirlerini bu temel üzerine bina etmesi, kuşkusuz doğru. Bu, yeryüzünde mümkün olmayan ekonomik adaletin, azami oranlarda uygulanabilmesi imkanını zorlama çabası olarak, saygıyla anılması gereken bir çabadır. Bu konular gündelik sığ sloganların, liberal hegemonizmin hokus pokuslarının, koyu geleneklerin körlüğünün ötesinde dikkatle tekrar tekrar üzerinde düşünülmesi gekeren konulardır. ***

Mark’sın çözüm önerilerinden bir çoğunu makul bulmuyorum. Ancak: emek-sermaye, emek-ücret, kar-faiz, mülkiyet-insan ilişkileri konularındaki Mark’sın sorularıyla yüzleşmek, daha adil, daha insancıl, daha eşitlikçi rasyonellikle beraber daha reel öneriler getirilmesi yada en azından sorularının yanlışlanması gerektiğini düşünüyorum. Aydınlar, kendi değer yargıları ile, kıyamete kadar devam edecek olan bu soru ve sorunlara kafa yormak, cevap aramak zorundadır. Özelde toplumumuzun genelde insanlığın bu en temel sorunlarıyla ilgili sahici çözümler üretemeyenlerin aydınlıkları entelektüellikleri ilericilikleri, münevverlikleri, yaşama dair tüm söyledikleri öze nüfuz edemeyen günü, biraz daha ötesi belki yılı kurtarmaya yönelik sığ tartışmalardan ileri gidemez. Referanslarının da dini, felsefi yada bilimsel gerçeklikler olması hiçbir anlam ifade etmez. Yaşadığımız zamana yeni şeyler söylenmelidir. ***

Karl Marks, emeğin karşılığının; bir işçinin az bir uyku zamanı hariç, yirmi dört saatinin işgal edilerek üç yüz altmış beş gün boğaz tokluğuna çalıştırıldığı hiçbir vicdani sorumluluğun hatırlanmadığı bir çağda; söz konusu sorumlulukları hatırlatmıştır. Vicdani sorumlulukların kolayca görmezden gelinebildiğini o sebeple de emeğin karşılığının belirlenmesinin, vicdanlara bırakılmayacak kadar önemli olduğunu görmüştür. Mülkiyet insan ilişkilerinde; paylaşımın, güçlüden yana, zayıfın aleyhine devam edişinin geleneksel hatta dini bir hal aldığını, haksızlıkların manipülatif söylemlerle, zalimlerin hegemonyalarının meşrulaştırıldığını, bilimin ve aklın verileriyle eşine az rastlanan bir perdeden gün yüzüne çıkarmıştır.***

Emeğin karşılığı olan ücretin hesaplanmasında sabit bir evrensel kriter yok. Problem toplumların yapısına göre değişkenlik gösteriyor. Hak ve adaletin açısından emeğin sahipsizliği devam ediyor. Aynı iş kolunda aynı maliyetlerle çalışan iki işletmenin emeğe belirledikleri ücretler, ulus içi ve ulus ötesinde farklılık gösterebiliyor. Bunların izahında, piyasa koşullarını bahane göstermek yetmez. ***

Piyasa kimin tanrısı ’ Ne zamandan beri adalet ruhsuz tanrıların insafına bırakılır olmuş’ Her ülkenin anayasal olarak ekonomik adalet diye, açık yada gizli bir tanımı vardır. Bütün mesele bu tanımın sermayeyi haksız da olsa koruma zemininde oluşudur. Eşitlik zemininde olmak gibi bir dert yoktur. Belirlenen ücretleri patronlar tayin ediyor. Neye göre, nasıl değerlendiriyorlar’ Neden 3 yada 5 değil de 4’ Bunu gösteren etken hangisi’ Ve bunun doğruluğunun, haklılığının izahını kim yapacak’ Eğer bunun bir açıklaması varsa, biri buna sahip çıksın. Değilse o zaman insanların eşitliği ve adalet açısından bunların yeniden tartışılması gerekmez mi’ Bu ücretleri ülke çorbasının miktarının az yada çok olması belirliyorsa, o zaman kimilerinin elinde neden kepçe var’ Bugün sendikalar hükümetlerle ücret artışı pazarlıkları yapıyorlarmış gibi görünüyorlar. Mantıken artışın ne olacağını konuşmadan önce ilk ücretin nasıl belirleneceği ve ne kadar olacağını konuşmaları gerekmez mi’ Eğer ilk ücretler eşitlikçi bir bakış açısıyla, doğru ve adil bir şekilde tespit edildiyse, ücretler gayri safi milli hasılanın artış ve eksilişine göre belirleniyorsa, o zaman ilk belirlenen ücreti korumak zorunluluğundan gayri safi milli hasılanın artış yada eksilişinin tüm çalışanlara adil olarak yansıtmak gerekmez mi’ Yüzdelik oranlara endeksli artış ve eksilişler ekonomik yükün çoğunu düşük ücretlilere yüklüyorken, maaş iyileştirmelerinde ve ücret artışlarında sendikalar, yüzdelik oranlı artışları nasıl kabul edebiliyorlar’ Ve nasıl hala emeği ve yoksulları temsil ettiklerini iddia edebiliyorlar’ ***

Ülkemizde ücret politikalarını kimler belirliyor’ Onların içinde düşük ücret grubundan yada orta ücret grubundan kimse var mı’ Yok. Çünkü ücret mukabili çalışan herkes köledir. İçlerinde yüksek ücret alanlar olabilir. Onlar da köleleri güden köle-şeflerdir. Köleliğin her çağda ve toplumda tanımı ve uygulanma biçimi farklı olmuştur. Ancak en genel tanımı yaşadığı toplumda mutlak eşitlikten mahrum olanların tümüne denir. Esirlik geçici değilse oda köleliktir. Peki adalet bunun neresindedir’ Bunları görmeyen sendikalar emeğin neresindedir’ Özgür bir emekçinin kaç saatinin kaç liraya kiralanacağının, adil, eşitlikçi ve ahlaki bir cevabını kapitalist sistemde bulma imkanı var mıdır’ ***

Anayasamızın (1982) yürürlükte olan 55.maddesi köleleri ikiye ayırıyor ve birinci guruba adil, ikinci gruba şartlara göre davranılır diyor. Birinci gruba adaletin uygulanmasını ikinci gruba şartlara göre ücret belirlenmesini öngörüyor. Ücretlerin belirlenmesinde, emeğin temsili sıfır noktasına yakındır. İşçi sendikaları buna dahildir.ellerinde temel bir kriter yoktur. Korkular ve illüzyonlar üzerinde işveren lehine, pazarlık ve razı etme seanslarıyla adalet sağlanabilir mi’ Adil olan gelir dağılımının ne olduğunun önce tespit edilmesi gerekmez mi’ Bu ön kabullerden sonra şartlar ve değerler üzerinden yalnızca teknik hesaplamalar için komisyonlar oluşturulabilir ancak. Bir ülkede; ahlak, eşitlik, özgürlük, adalet ve hukuktan bahsedilebilmesi için ücret adaleti sağlanmalıdır. Bunun olabilmesi için de bir anayasal ilke olaraktan ’üretilen değerde emek sermayeye eşittir’ ilkesi konmalı ve her şey bu eksende şekillenmelidir. Bir uçta emekçiyi de üretim aracı sayan kapitalizim, diğer uçta üretim araçları, üretenlerin elinde olmalıdır diyen fonksiyonel olmayan sosyalizim. ***

Benim teklifim: üretim araçları kiminse onda kalsın, yada normal yollardan el değiştirsin . Ancak bugünden itibaren üreteceğimiz her değeri ortak yaptığımızdan dolayı önce emekle sermaye arasında eşit paylaşmak, sonra da her emekçinin katkısı düzeyinde paylaşması adalettir. Böyle bir dağılımın yapılmaması ülkelerin ekonomik yüklerini tamamen mülksüzlerin omzuna yüklemektedir. Sermayenin tekelleşmesine, tekelleşen sermayenin siyasal sistemi ele geçirmesine, sömürünün derinleşmesine ve devletlerin tanrılık iddialarına kadar varabilmiştir. ***

Böyle bir değişimi istemeyecekler ancak; halkın gelir tabanının yükselmesiyle siyasal tercihleri de değişecek diye çekinen egemenler olabilir.

NOT: BU MAKALE İRADE DERGİSİ HAZİRAN 2004 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.
HASAN KÖSE (MAZLUMDER GYK Üyesi)
Eleştiri ve önerileriniz için: hfkose@yahoo.com
İnsanın başkasının işinde bir şey karşılığı çalışması, bunun karşılığı ücret alması, iş yaparak üretilen değerden pay alması; üretimin diğer insanlarının emeklerinin kullanılarak çoğaltılması, beden gücünün yada beyin gücünün ücret karşılığında kiralanması/satılması; birisinin, kendisini ve ailesinin temel ihtiyacından fazla üretip, takas,sonraları da para karşılığında satmaya başlaması ile üretim ilişkileri ortaya çıkmıştır.

İnsanın başkasının işinde bir şey karşılığı çalışması, bunun karşılığı ücret alması, iş yaparak üretilen değerden pay alması; üretimin diğer insanlarının emeklerinin kullanılarak çoğaltılması, beden gücünün yada beyin gücünün ücret karşılığında kiralanması/satılması; birisinin, kendisini ve ailesinin temel ihtiyacından fazla üretip, takas,sonraları da para karşılığında satmaya başlaması ile üretim ilişkileri ortaya çıkmıştır.***

Demek ki bireyin ihtiyacından fazla üretmesi ve üretilenlerin diğer insanlara bir şey karşılığı olarak verilmeye başlanması ticareti; fazla üretim için insanların emeğimden yararlanılmaya başlanması da işçi-işveren, emek-sermaye, amele-sahibiyet ilişkisini ortaya çıkarmıştır. ***

Belki toprağın ekilmeye başlanmasıyla ekim de yardım talebi ve ekilen alanın şahsi mülk ilan edilip koruma altına alınmasıyla taşınmaz özel mülkiyet farklı bir hal almaya başlamıştır. İnsanın doğal olandan kopuşu/ doğada yaşam kabiliyetlerini kaybetmiş olması da bu ilişkiyle ortaya çıkmıştır. Bir işverene bağımlı olarak yaşar hale gelen insan, bu zaafını çocuklarına da miras olarak bırakmıştır. Bu durum toplumsal sınıfları, farklılıklar gösteren kastları ortaya çıkarmıştır.***

Dünyanın üzerinde insan başına boş olarak milyonlarca km karelik arazi varken, doğaldan kopuş bağımlılığı, bağımlılık da köleliği ortaya çıkarmıştır. Özgür insan; malikin mülkünü çoğaltmak için bir araç yada kendinin olmayan mülkün ücretli, bazı zamanlarda da gönüllü bekçisi olmuştur.***

İnsanlardan bazıları kimilerinin yaşam kapısıdır artık. Onlar da kendilerine ücret verenin; hizmetçisi, işçisi, amelesi, askeri, kölesidirler. Yani insanlardan bir bölümü, tarla gibi, meyve ağacı gibi, maden çıkarmaya yarayan bir alet gibi veya etinden sütünden yararlanılan hayvan gibi, üretim aracı statüsüne inerken, mülk sahipleri üretim araçlarına sahip olduklarından başka emeğinden yararlandıkları insanların da maliki oldular. ***

Eşitlik ve adalet dengesi bozuldu, ahlak ise, mülk sahipleri lehine, güçlüden yana bir eğilimle şekillenmeye başladı. Mülkün sahibi olanlar siyasal egemenliklere de el attılar. Firavun, Nemrut, Engizisyon, Ebu Cehil tipleriyle insanların inançlarının nasıl olacağına da hatta yaşama ve ölümlerine de karar verme hakkını kendilerinde görebilecek azgınlığa kadar tırmandılar. ***

Yeryüzünde mutlak adaletin tesis edilmesi belki mümkün değil, ancak insan-insan ilişkileri, adalet zemininde olmazsa tabiattaki güçlü, zayıfla beslenir ilkesinin ötesine geçmekde, güçlü zayıfın neslini tüketir, türünü yok eder hale gelir. Yiyebileceğinden fazlasını öldürür, tüketebileceğinden fazlasını elde etmek için öldürür, köleleştirir, köleleştirdikleriyle de toplumları sömürgeleştirir. Köleleşen emek, çaresizliğini çocuklarına ve torunlarına miras bırakır, bu böyle sürer gider.***

İnsan-insan ilişkileri: Ahlak, eşitlik, özgürlük ve adalet zemininde çözümlenmelidir. Hiçbir şey bu değerlerin üstünde tutulamaz. Zaman ve şartlara göre sorunların değişkenlik gösterdiği doğrudur ancak bu değerler insan ilişkilerinin omurgasıdır. Teknoloji ve şartların değişmesiyle etkilenmez. Bu bakıştan yoksun olan günümüz üretim ilişkileri, toplumların az bir kesimine servet ve refah üretirken çoğunluğa açlık ve sefalet sunmaktadır.***

İnsanların iş birliği yaparak bir birinin gücünden yararlanması normaldir. Sorun, bu karşılıklı yararlanma sonucunda ortaya çıkan değerin, taraflar arasında nasıl paylaşılacağıdır. İki insan ikisinin de sermayesi eşit üretime emeklerinin de katkıları eşit olmak üzere bir iş yapıyorlar, değer üretiyorlar. Üretilen bu değerleri nasıl paylaşırlar’ Tabi ki eşit olarak paylaşırlar. Neden’ Çünkü üretime katkıları eşit de ondan. Emeği ile iş yapan iki kişi, birlikte iş yapıyor. Üretilen değeri haliyle eşit paylaşıyorlar. Neden’ Üretime katkıları eşit de ondan. Eşit değilse katkıları oranında adil bir şekilde paylaşırlar. ***

Üretime yalnızca sermayesi ile katılan ve sermayeleri eşit olanlarında kendi aralarında üretilen değerden pay alırken eşitsizliği düşünülemez. Sermayeler eşit değilse sermayeleri oranında üretimden pay alıyorlar. Yukarıda ki verdiğimiz örneklerden yola çıkarak şu soruyu sormaya hakkımız olsa gerektir. Üretilen değer eşittir, emek artı sermaye olduğuna göre, biri olmadan diğerinin tek başına değer ortaya çıkaramayacağı açıktır. Emek ve sermaye üretimin olmazsa olmaz iki temel unsuru olduğuna göre, üretilen değer, emekle sermaye arasında, neden eşit paylaşılmaz’ Cevap basit ve yalın. Çünkü emekçiler, sermayedar ve yaşam şartları karşısında zayıf bırakılmıştır da ondan. Bu durumda varlık sebebi şartları zayıftan yana dengelemek olan devlet, haksız yollardan elde edilmiş mülkleri asıl sahiplerinden korumaktan başka ne işe yarar’***

Karl Mark’sın emeği en yüce değer olarak nitelendirmesi, İktisadi ve İçtimai fikirlerini bu temel üzerine bina etmesi, kuşkusuz doğru. Bu, yeryüzünde mümkün olmayan ekonomik adaletin, azami oranlarda uygulanabilmesi imkanını zorlama çabası olarak, saygıyla anılması gereken bir çabadır. Bu konular gündelik sığ sloganların, liberal hegemonizmin hokus pokuslarının, koyu geleneklerin körlüğünün ötesinde dikkatle tekrar tekrar üzerinde düşünülmesi gekeren konulardır. ***

Mark’sın çözüm önerilerinden bir çoğunu makul bulmuyorum. Ancak: emek-sermaye, emek-ücret, kar-faiz, mülkiyet-insan ilişkileri konularındaki Mark’sın sorularıyla yüzleşmek, daha adil, daha insancıl, daha eşitlikçi rasyonellikle beraber daha reel öneriler getirilmesi yada en azından sorularının yanlışlanması gerektiğini düşünüyorum. Aydınlar, kendi değer yargıları ile, kıyamete kadar devam edecek olan bu soru ve sorunlara kafa yormak, cevap aramak zorundadır. Özelde toplumumuzun genelde insanlığın bu en temel sorunlarıyla ilgili sahici çözümler üretemeyenlerin aydınlıkları entelektüellikleri ilericilikleri, münevverlikleri, yaşama dair tüm söyledikleri öze nüfuz edemeyen günü, biraz daha ötesi belki yılı kurtarmaya yönelik sığ tartışmalardan ileri gidemez. Referanslarının da dini, felsefi yada bilimsel gerçeklikler olması hiçbir anlam ifade etmez. Yaşadığımız zamana yeni şeyler söylenmelidir. ***

Karl Marks, emeğin karşılığının; bir işçinin az bir uyku zamanı hariç, yirmi dört saatinin işgal edilerek üç yüz altmış beş gün boğaz tokluğuna çalıştırıldığı hiçbir vicdani sorumluluğun hatırlanmadığı bir çağda; söz konusu sorumlulukları hatırlatmıştır. Vicdani sorumlulukların kolayca görmezden gelinebildiğini o sebeple de emeğin karşılığının belirlenmesinin, vicdanlara bırakılmayacak kadar önemli olduğunu görmüştür. Mülkiyet insan ilişkilerinde; paylaşımın, güçlüden yana, zayıfın aleyhine devam edişinin geleneksel hatta dini bir hal aldığını, haksızlıkların manipülatif söylemlerle, zalimlerin hegemonyalarının meşrulaştırıldığını, bilimin ve aklın verileriyle eşine az rastlanan bir perdeden gün yüzüne çıkarmıştır.***

Emeğin karşılığı olan ücretin hesaplanmasında sabit bir evrensel kriter yok. Problem toplumların yapısına göre değişkenlik gösteriyor. Hak ve adaletin açısından emeğin sahipsizliği devam ediyor. Aynı iş kolunda aynı maliyetlerle çalışan iki işletmenin emeğe belirledikleri ücretler, ulus içi ve ulus ötesinde farklılık gösterebiliyor. Bunların izahında, piyasa koşullarını bahane göstermek yetmez. ***

Piyasa kimin tanrısı ’ Ne zamandan beri adalet ruhsuz tanrıların insafına bırakılır olmuş’ Her ülkenin anayasal olarak ekonomik adalet diye, açık yada gizli bir tanımı vardır. Bütün mesele bu tanımın sermayeyi haksız da olsa koruma zemininde oluşudur. Eşitlik zemininde olmak gibi bir dert yoktur. Belirlenen ücretleri patronlar tayin ediyor. Neye göre, nasıl değerlendiriyorlar’ Neden 3 yada 5 değil de 4’ Bunu gösteren etken hangisi’ Ve bunun doğruluğunun, haklılığının izahını kim yapacak’ Eğer bunun bir açıklaması varsa, biri buna sahip çıksın. Değilse o zaman insanların eşitliği ve adalet açısından bunların yeniden tartışılması gerekmez mi’ Bu ücretleri ülke çorbasının miktarının az yada çok olması belirliyorsa, o zaman kimilerinin elinde neden kepçe var’ Bugün sendikalar hükümetlerle ücret artışı pazarlıkları yapıyorlarmış gibi görünüyorlar. Mantıken artışın ne olacağını konuşmadan önce ilk ücretin nasıl belirleneceği ve ne kadar olacağını konuşmaları gerekmez mi’ Eğer ilk ücretler eşitlikçi bir bakış açısıyla, doğru ve adil bir şekilde tespit edildiyse, ücretler gayri safi milli hasılanın artış ve eksilişine göre belirleniyorsa, o zaman ilk belirlenen ücreti korumak zorunluluğundan gayri safi milli hasılanın artış yada eksilişinin tüm çalışanlara adil olarak yansıtmak gerekmez mi’ Yüzdelik oranlara endeksli artış ve eksilişler ekonomik yükün çoğunu düşük ücretlilere yüklüyorken, maaş iyileştirmelerinde ve ücret artışlarında sendikalar, yüzdelik oranlı artışları nasıl kabul edebiliyorlar’ Ve nasıl hala emeği ve yoksulları temsil ettiklerini iddia edebiliyorlar’ ***

Ülkemizde ücret politikalarını kimler belirliyor’ Onların içinde düşük ücret grubundan yada orta ücret grubundan kimse var mı’ Yok. Çünkü ücret mukabili çalışan herkes köledir. İçlerinde yüksek ücret alanlar olabilir. Onlar da köleleri güden köle-şeflerdir. Köleliğin her çağda ve toplumda tanımı ve uygulanma biçimi farklı olmuştur. Ancak en genel tanımı yaşadığı toplumda mutlak eşitlikten mahrum olanların tümüne denir. Esirlik geçici değilse oda köleliktir. Peki adalet bunun neresindedir’ Bunları görmeyen sendikalar emeğin neresindedir’ Özgür bir emekçinin kaç saatinin kaç liraya kiralanacağının, adil, eşitlikçi ve ahlaki bir cevabını kapitalist sistemde bulma imkanı var mıdır’ ***

Anayasamızın (1982) yürürlükte olan 55.maddesi köleleri ikiye ayırıyor ve birinci guruba adil, ikinci gruba şartlara göre davranılır diyor. Birinci gruba adaletin uygulanmasını ikinci gruba şartlara göre ücret belirlenmesini öngörüyor. Ücretlerin belirlenmesinde, emeğin temsili sıfır noktasına yakındır. İşçi sendikaları buna dahildir.ellerinde temel bir kriter yoktur. Korkular ve illüzyonlar üzerinde işveren lehine, pazarlık ve razı etme seanslarıyla adalet sağlanabilir mi’ Adil olan gelir dağılımının ne olduğunun önce tespit edilmesi gerekmez mi’ Bu ön kabullerden sonra şartlar ve değerler üzerinden yalnızca teknik hesaplamalar için komisyonlar oluşturulabilir ancak. Bir ülkede; ahlak, eşitlik, özgürlük, adalet ve hukuktan bahsedilebilmesi için ücret adaleti sağlanmalıdır. Bunun olabilmesi için de bir anayasal ilke olaraktan ’üretilen değerde emek sermayeye eşittir’ ilkesi konmalı ve her şey bu eksende şekillenmelidir. Bir uçta emekçiyi de üretim aracı sayan kapitalizim, diğer uçta üretim araçları, üretenlerin elinde olmalıdır diyen fonksiyonel olmayan sosyalizim. ***

Benim teklifim: üretim araçları kiminse onda kalsın, yada normal yollardan el değiştirsin . Ancak bugünden itibaren üreteceğimiz her değeri ortak yaptığımızdan dolayı önce emekle sermaye arasında eşit paylaşmak, sonra da her emekçinin katkısı düzeyinde paylaşması adalettir. Böyle bir dağılımın yapılmaması ülkelerin ekonomik yüklerini tamamen mülksüzlerin omzuna yüklemektedir. Sermayenin tekelleşmesine, tekelleşen sermayenin siyasal sistemi ele geçirmesine, sömürünün derinleşmesine ve devletlerin tanrılık iddialarına kadar varabilmiştir. ***

Böyle bir değişimi istemeyecekler ancak; halkın gelir tabanının yükselmesiyle siyasal tercihleri de değişecek diye çekinen egemenler olabilir.

NOT: BU MAKALE İRADE DERGİSİ HAZİRAN 2004 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.
Eleştiri ve önerileriniz için: hfkose@yahoo.com
YAYIN BİLGİLERİKategori Adı MakalelerTarih 2007-04-26Yazar Hasan KÖSE (MAZLUMDER GYK Üyesi)
Şube ve Temsilcilerimiz
istanbul
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği - MAZLUMDER İSTANBUL ŞUBESİ
Adres: Molla Gürani Mh. Şehit Pilot Mahmut Nedim Sk. No: 5 Kat: 4 Fatih / İSTANBUL (Aksaray Metro Durağı B Kapısı Karşısı)
E-posta: mazlumder[a]gmail.com | Telefon: +90 (212) 526 2440 | Faks: +90 (212) 526 2438

Ziyaretçi Sayımız : 4643585