Sinema Tarihinden `İnsan Hakları` Üzerine Başyapıtlar
“Politik sinema”; film yapım işinin “panayır eğlencesi” görünümünden sıyrılıp adım adım gerçek bir “sanat dalı”na dönüştüğü 1930’lardan itibaren, beyazperdenin yüz yılı geride bırakan uzun ve renkli tarihçesinde hep en saygın türlerden biri olageldi.

Söz konusu süreçte “insan hakları” üzerine öyküler de bu akımın gözde bir alt türü olarak, -“Kelebek”ten “0”ya kadar- sinemaseverlerin anılarında yer etmiş birçok önemli yapıt vesilesiyle sık sık gündeme gelen popüler bir temaya dönüşecekti.

* * *
ALİ MURAT GÜVEN
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Yazarı
Sinema Tarihçisi

Sinema gibi, bireysel trajedilere ilişkin en “katı gerçekçi” öykülerden en “aklı havada” bilim-kurgu serüvenlerine kadar, izleyicisine her ne anlatırsa anlatsın anlattığı şeylerin merkezinde mutlaka “insan” ve “hayat” bulunan bir sanat dalı, istese bile “insan hakları” gibi çok önemli bir konu başlığını es geçemezdi.
Nitekim geçmedi de… Dahası, es geçmek şöyle dursun, belki de en değerli yapıtlarını bu alanda vererek, zaman içinde “endüstri ürünü” ve “kitlesel eğlence aracı” kimliğinden sıyrılıp adım adım gerçek bir sanat dalına dönüşmesini de yine “insan hakları” temalı filmlere borçludur sinema…
Sinema tarihi, film teknolojisinin belkemiği konumundaki ilk kaydedici ve gösterici cihazları icat eden Lumiere Kardeşler’in (ki bu hayâl gücü geniş adamların Fransızcada “ışık” anlamına gelen mânidar soyadları da aklıma her zaman “kader” olgusunu getiren müthiş bir ilahî ironidir) 1894 yılında, Paris’teki Grand Cafe’nin bodrumunda düzenledikleri ilk biletli kısa film gösterileriyle başlar. Yani, 2008’e kadarki tarihsel süreçte, dünyanın dört köşesinde çekilmiş onbinlerce ve yüz binlerce filmle bezeli bir 114 yıldan söz ediyoruz.
MAZLUMDER’deki dostlar, benden “insan hakları” temalı filmlerle ilgili olarak böyle bir yazı istediklerinde, geniş bir arşiv araştırması ve özenli bir seçme gerektiren bu türden bütün yazılarda olduğu gibi, içimi bir kez daha sıkıntı bastı. Bu da sinema yazısı hazırlamaktan dolayı değil, “klasikleşmiş filmlere karşı hakkaniyetli olma” çabasının doğurduğu bir sıkıntı duygusuydu aslında…
Sinema tarihi, “insan hakları” konulu filmler noktasında o kadar bereketli, o kadar muhteşem örneklerle dolu ki, bunlardan birini alıp üzerinde durduğunuzda ya da onu sınırlı sayıdaki bir seçkiye dahil ettiğinizde, ister istemez bir başkasına haksızlık etmiş oluyorsunuz. Bütün iyi filmlerin alt alta sıralandığı gerçek bir arşiv taraması içinse hem çok uzun bir süre, hem de bu derginin en az yarısı kadar bir alana ihtiyaç var.
O yüzden, ben de bana ayrılan sayfaların boyutunu dikkate alarak, gözümde ve gönlümde en güçlü biçimde iz bırakmış filmlerden oluşan, dozunda bir arşiv gezisinin sonuçlarını paylaşmak istiyorum sizlerle…
Hakkını yememek lazım; Amerikan sineması bu sanat dalının kurucusu ve en güçlü temsilcisi olarak ürettiği filmlerde çoğu kez “faşizmin” dikâlâsını sergilediği gibi, canı istediğinde ya da yapım sermayesi vicdan sahibi bir yönetmenin eline geçtiğinde ise “insana dair öyküler”in en güzellerini anlatmakta hep bir başka mahir olmuştur. O yüzden, her seçki gibi bu seçkide de pastanın en iri dilimini ister istemez Hollywood’dan gelen filmler alıyor.
Amerikan sinemasının, 1776 yılında kurulan bu ülkede 232 yıldır Anayasal bir hak konumundaki “konuşma ve ifade özgürlüğü”nün doğal bir uzantısı olarak, sistem eleştirisi yapan filmler çekme noktasında dikkate değer bir başarısı var. Sistemle sorunları olanların ya da öfkeli muhaliflerin gazını almak gibi önemli bir rol üstlenen bu filmlerdeki özgürlükçü ton, kim ne derse dersin, ABD’nin dünya çapındaki büyüsünü de ayakta tutmaya çok ciddi katkılarda bulunuyor.
Sözgelimi, insan hakları temalı filmlerin dikkate değer bir alt kümesini oluşturan “mahkeme ve cezaevi dramaları”…
Bu daldaki hatıralarımı hallaç pamuğu gibi karıştırdığımda, aklıma hemen Fransız kürek mahkûmu Henry Charriere’nin -işlemediği bir suçtan dolayı- Fransız Guyanası’ndaki Şeytan Adası’nda çektiği çileleri anlatan o unutulmaz “Kelebek” (1973) geliyor. Ardından da bir mahkûmun elinde kalan son insanî değer olan “merhamet” duygusunu, hücresinin penceresinden içeri giren küçücük bir kuşa aksettirdiği “Alcatraz Kuşçusu” (1962)… Daha yakın tarihlerden ise İngiltere’deki ayrılıkçı IRA hareketinin merkezî otorite tarafından ne tür hukuksal facialar pahasına cezalandırıldığının çarpıcı bir dille gözler önüne serildiği, öyküsünü de gerçek bir olaydan alan “Babam İçin”i (1994) atlamamak gerekiyor.
“Mahkeme ve cezaevi dramları”nı beyazperdeye tarafsız bir gözle yansıtmakta son derece başarılı olan Hollywood, aynı özeleştiri kabiliyetini savaş filmleri, özellikle Vietnam Savaşı’nı anlatan filmlerde de pek çok kez göstermiştir. Amerikan halkının ‘gerçekte bütün bir dünyanın) kollektif bilincinde kolay kolay kapanmayacak derinlikte yaralar açan Vietnam serüveni, daha doğrusu “intiharı”, özelikle 70’ler ve 80’lerde birbiri ardına pek çok savaş karşıtı filme konu oldu. 1976 yapımı “Eve Dönüş” ve 1989 yapımı “Savaş Günahları”, hemen aklıma gelen iki güzel örnek olarak sinema tarihi içinde ayrıcalıklı birer konuma sahipler. Öte yandan, 1’inci ve 2’nci dünya savaşları ve halen devam edegelen Irak işgali de sinema tarihine birbirinden değerli bazı “barışçıl” filmler kazandıran kanlı askerî deneyimler arasında yer almakta… Farklı tarihlerde İki kez çekilen “Batı Cephesinde Yeni Birşey Yok” (1930 ve 1979), usta yönetmen Stanley Kubrick’in sinemadaki doğuşunu müjdeleyen ve Fransa’da yıllar yılı yasaklı kalan “Zafer Yolları” (1957), daha yakınlardan ise Irak Savaşı’ndaki emperyalist hesapları bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren yürek yakıcı Michael Moore belgeseli “Fahrenheit 9/11”, Brian de Palma’nın Amerikan askerleri tarafından Irak’ın işgali sırasında sergilenen vahşet ve ahlâksızlıkları anlattığı yarı-belgesel tarzdaki “Düzeltilmiş Bilgi” (2007) ve geçen yılın en önemli filmlerinden “Tanrının Vadisinde” de bu türün saygıya değer örnekleri arasında ilk anda aklıma gelenlerden yalnızca bir kaçı…
Öte yandan, Türk sineması da yakın geçmişinde, daha çok Yılmaz Güney adıyla birlikte anılan, “insan hakları” temalı pek çok önemli yapıta imza attı. Güney’in -1970 sonrası- olgunluk dönemi ürünleri arasında yer alan “Umut”, “Baba”, “Arkadaş”, “Sürü”, “Yol” ve “Duvar”, bazen doğrudan, bazen de dolaylı olarak hep insan hakları ana temasının çevresinde dönen senaryolara sahip filmlerdi. Bunların yanısıra, Tunç Okan’ın 1976’da çektiği ırkçılık karşıtı bir başyapıt olan “Otobüs”ü de anılan bağlamda çok değerli bir film olarak anmak gerekir.
Sinemacılar “insan hakları” üzerine filmler çekmeye giriştiklerinde, dünyanın o an içinde bulunduğu konjonktüre göre, kimi zaman “Vietnam”a, kimi zaman “Bosna”ya, kimi zaman da da “Güney Afrika Cumhuriyeti”ne merak sarmıştır. Bu ilginin, o bölgelerde yaşanan siyasal gelişmeler ve kıyımların yoğunluğuna göre kimi zaman da Raunda, Çin ya da Filistin’e kadar uzandığını görmekteyiz. Yani, nerede daha fazla kan ve gözyaşı varsa, sinema da objektiflerini ister istemez oraya doğru uzatıyor.
Bir de görece huzurlu bir gidişat içindeki toplumlarda sistemin içten içe çürümesini anlatan filmler var ki bunlarda da polis, asker, bürokrasi, hükümet ve devlet yönetimini oluşturanların aslında ne denli ürkütücü bir toplumsal çöküşün zeminini hazırladıklarına tanık oluyoruz. Yasadışı tutuklama ve yargısız infazlar; poliste, orduda ya da devlet idaresinde her türlü suistimal ve rüşvet olgusu, bu gibi filmlerin en gözde temaları arasında yer alıyor. Emniyet güçlerindeki çürümenin simge filmi olarak “Serpico”yu (1973) hatırlatırsak, orduda ahlâkî çürümenin en iyi anlatıldığı film olarak da akıllara hemen “Full Metal Jacket” (1987) gelir. Sinema tarihi boyunca “balık baştan kokar” atasözünün doğrulayıcısı konumundaki pek çok film de Washington’dan Nairobi’ye, Londra’dan Ankara’ya kadar, devlet idaresini ellerinde bulunduranların uçkuruna düşkünlük, para hırsı, insanına karşı hoyratlık ve yetki noktasındaki diğer her çeşit suistimallerinin o ülkeleri nasıl derin bir iç bunalıma sürüklediğini anlatmıştır izleyiciye. Bunlardan en ünlüleri arasında “Bay Smith Washington’a Gidiyor” (1939), “Filler ve Çimen” (2001), “Çıkış Yok” (1987), “Skandal” (1989) ve “Banka Soygunu”nu (2008) saymak mümkün…
Velhasıl, bu dosya öyle kolay kolay doyum noktasına erişmez. Çünkü, sinema sanatı, “gerçek hayat”ta olamasa bile en azından düşler evreni “beyazperde”de hainlerden, alçaklardan, ırkçılardan, zalimlerden, yaşadıkları toplumları maddî-manevî açıdan suistimal etmeyi kendisine iş edinmiş bilumum insanlık düşmanlarından intikam almayı -ne mutlu ki- pek seviyor. Bizler de insan haklarına ilişkin bu tür ahlâkçı öyküleri izlediğimizde rahatlıyor ve keyifleniyoruz; bir kötülüğün en azından perdede bile olsa cezasız kalmadığını görerek ruhlarımız huzur buluyor.
Bu da sinemanın yorgun/yıpranmış beyinleri tedavi edip zinde tutan çok yararlı bir yönü aslında…
O yüzden, bazı durumlarda bizzat en büyük kötülüklerin kaynağına dönüşmüş olsan da, namuslu sinemacıların ellerinde “kötülere ve kötülüklere karşı” iyi ki varsın sinema!

YAYIN BİLGİLERİKategori Adı MakalelerTarih 2008-11-01Yazar Ali Murat Güven
Şube ve Temsilcilerimiz
istanbul
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği - MAZLUMDER İSTANBUL ŞUBESİ
Adres: Molla Gürani Mh. Şehit Pilot Mahmut Nedim Sk. No: 5 Kat: 4 Fatih / İSTANBUL (Aksaray Metro Durağı B Kapısı Karşısı)
E-posta: mazlumder[a]gmail.com | Telefon: +90 (212) 526 2440 | Faks: +90 (212) 526 2438

Ziyaretçi Sayımız : 4643538