LÜBNAN RAPORU

 


LÜBNAN

GÖZLEM VE TESPİTLERİMİZ

(18-24 AĞUSTOS 2006)

Lübnan’da 12 Temmuzdan sonra İsrail tarafından yapılan saldırıları ve yaşananları yerinde görmek üzere iHD ve MAZLUMDER İstanbul Şubeleri olarak ortak bir heyet oluşturulmasına karar verilmiştir. Heyette; MAZLUMDER İstanbul Şube Başkanı Mustafa Ercan, Dış İlişkiler Koordinatörü Ayşe İrem Demiriz, İHD Yönetim Kurulu Üyesi Nagihan Bayram ve Raportör Şaban Dayanan yer almıştır.

Heyetimiz 18.08.2006 – Cuma günü uçakla Adana’ya hareket etmiştir. İHD ve Mazlumder heyetleri ile birlikte yolculuk yapanlar arasında gazeteci-yazar Nuray Mert ve İbrahim Karagül, Küresel BAK’tan Yıldız Önen ile SKY TV den Barış ve Ünal, fotoğraf sanatçısı Umut Kaçar vardı.

Adana’da bizi Suriye’ye kadar götürecek otomobiller ve kendisini barış elçisi olarak tanıtan ve minibüsü ile bize refakat edecek olan iş adamı Rıfat Kızıldağlı karşılıyor. İHD Adana Şubesinde gezi ve amacı hakkında yapılan basın açıklamasından sonra Cilvegözü’ne hareket edilmiştir.

İskenderun’da Irak’a canlı kalkan olarak giden ekipten Erdoğan Akın Bey ve bir grup arkadaşı bizi karşılıyor ve Lübnanlı çocuklara iletilmek üzere çeşitli hediyeler teslim ediyor.

Cilvegözü sınır kapısında tam bir karmaşa hakim. gölgeliği olmayan bir yerde, güneşin altında insanlar saatlerce bekliyor. İnşaat yapılıyor olsa da , yeterli tedbirle insanlar mağdur edilmeyebilirdi.

Suriye’nin Al-Hawa sınır kapısına gelişimiz saat 16 civarı olmasına karşın ancak saat 21.30 da Suriye’ye giriş yapılabilmiştir. Suriye bürokrasinin ağırlığı ne kadar olumsuzsa, aynı bürokratik makamların misafirperverliği de o kadar olumlu bir durum olarak görülmüştür.

Lübnan sınırındaki Al-Areeda sınır kapısına varışımız sabaha karşı saat 03:00 ü buluyor. Lübnan sınır kapısında da bürokrasi ve memurların ilgisizliği yine kendini hissettirmiştir. Sınır kapısında Kızılay, IHH gibi Türk Yardım örgütlerinin tırlarını görüyoruz. Konuştuğumuz bazı şoförler 2-3 gündür beklediklerini söylüyorlar.
19 Ağustos Cumartesi Günü Sabah saat 05:00 de bir kısmımızın işlemleri tamamlanıyor ve Beyrut’a doğru yola çıkıyoruz. Geride kalan gurup otolarının dizel olması nedeniyle bir müddet daha alıkonuluyorlar. İkinci grubumuzun bürokratik işlemleri ancak saat 12 ye doğru sona eriyor ve yola koyuluyorlar. Gurubumuz gün ışığında geçtiği Beyrut yolunda özellikle turistik Trablus kenti civarında vurulan köprüler ve yollar ile karşılaştıklarını anlatıyorlar.

Beyrut’a girdiğimizde bizi varışta savaşın izlerini ilk etapta göremedik. Ancak bunun bir yanılsama olduğunu ertesi gün Beyrut’un Dahiyye Bölgesini ziyaret ettiğimizde anladık.

Beyruta vardığımız ilk günün sabahında; Güney Lübnan’ın Saida ve Sur şehirlerini ziyaret ettik. Bu ziyaretimiz esnasında Yunanistan, Kıbrıs ve Suriye den gelen heyetler de bulunmakta idi.

Yola çıkmamızla birlikte savaşın izlerini görmeye başladık. Güney’e inen ve sahil boyunca devam eden ana yolun üzerindeki tüm köprüler bombalanmıştı. Özellikle alt-üst geçişli yollar hedef alınarak çok yönlü bir engelleme yapılmıştı. Yollar köprü ve kavşak dışında çukurlarla doluydu. Yol üzerindeki en küçük köprü bile bombalanmıştı. Bazı yerlerde elektrik trafoları ve hatta muz tarlaları bile bombalanmıştı.

Sur şehrinde Sur Belediye Başkanı ve yardımcılarıyla yaptığımız görüşmede belediye başkanı Abdulmehsil Hüseyin zor günler yaşadıklarını ve ziyaretimizi çok önemli bulduğunu ifade etti. Başkan; “Biz yardımdan çok politik destek bekliyoruz. Siz buraya gelip de bize politik destek veren ilk grupsunuz, teşekkür ederiz. Biz savaşta direndik ve onurumuzu koruduk. Bunu takdir etmeniz bizi mutlu etti.” dedi.

Bölge savaş sırasında tamamen izole edilmiş, çevreden 30 bin kişi şehre gelip sığınmış aynı zamanda şehirden on binlerce insan göç etmiş. Şimdi herkes evine dönmeye çalışıyormuş. Belediye çalışanları da ellerinden geldiğince yardım ediyorlarmış fakat bu işin uzun süreceği ortada diyorlar.

Görüşmeden sonra Sur şehri içinde nokta ziyaretleri yapıyoruz: İlk gittiğimiz yer şehrin ortasında, 7 katlı bina bir bina ve kullanılan vakum bombası ile komple yıkılmış. Vurulan binanın yanında binada bulunan sığınaktaki bir kişi ölmüş ve 60 kişi yaralanmış. Çevredeki en az 8 bina etkilenmiş ve şimdi hepsi yıkılmak üzere boşaltılmış.

Gördüğümüz ikinci yer sivil savunma binası, savaş sırasında gönüllülerin toplandığı bina da 7 katlı ve bu binanın tepesi uçurulmuş. Binaya girmek tehlikeli olduğu için uzman bekleniyormuş, bu sebeple 25 kişinin cesedi hala binanın içindeymiş. Bu binanın da çevresindeki pek çok bina tahrip olmuş. Tamamen yıkılmayan binalarda insanlar eşyalarıyla meşgul oluyordu. Burada en etkileyici görüntü ise yandaki binadan oyuncak bebekler çıkaran çocuktu. Belli ki savaştan sonra gelip eve bakabilmişler ve çıkarabilecekleri tek şey bu oyuncaklar olmuş. En son çıkan annenin gözündeki yaş saldırının vahşetini açıkça sergiliyordu.

Sur şehrinde son gittiğimiz mahallede tüm evler yıkılmıştı. İnsanın içini ürperten bu yıkıntılar arasında dolaşırken camları kırılmış fakat kepenkleri ile birlikte hala ayakta duran bir kuru temizleme dükkanına giriyoruz. İki hanım işlerinin başında sohbet ediyorlar. Yarı İngilizce yarı Arapça anlaşmaya çalışıyoruz. Etraflarındaki binaların ne zaman yıkıldığını v.s. dinliyoruz onlardan. Hizbullahı çok sevdiklerini ve onları kahraman olarak gördüklerini söylüyorlar. Oğullarının ve eşlerinin Hizbullaha girmelerini istediklerini belirtiyorlar.

Gördüklerimizin bilinmeyen tarafının olmadığı söylenebilir. Televizyonlardan görüntüleri izlemiş olsak da, bizzat gördüğümüz manzaraların başka bir etki yarattığını söylemeliyiz.
Yolculuğumuzun dönüşünde bize bilgi veren Lübnanlı arkadaş “Savaş öncesi herkes evine dünya kupasında tuttuğu takımın bayrağını asarken (en çok Brezilya ve Almanya) savaşla birlikte herkes Lübnan bayrağı asmaya başladı. Bir de her yerde devasa boyutlardaki Nasrallah posterleri yanında Sarı renkli Hizbullah bayrağı dalgalanıyordu. Arabalara, minibüslere, taksilere bayraklar asılıyor. Kiminle konuşsanız size Hizbullah’tan ve Nasrallah’tan bahsediyor” dedi.

Sur’daki ziyaretimizi tamamladıktan sonra dönüş yoluna koyulduk. Ancak aynı hattı kullanmamıza rağmen Beyrut yolculuğumuz daha uzun bir sürede tamamlandı. Çünkü sahildeki ana yol tek yönlü çalıştığı için dönüşte toprak köy yollarını kullanmak zorunda kaldık.

20.08.2006 Pazar günü sabah mihmandarlarımızla birlikte Güney Beyrut’a Dahiye bölgesine gidiyoruz. İlk gördüğümüz ve arkadaşlarımızın ortak kanaati, 1999 Marmara Depremi görüntülerini aynen yansıtan bir manzara olduğu şeklindeydi. Bombalanan bölge silahlı kişilerce korunuyor ve bölgeye ancak izinle girilebiliyordu.

Burada gördüklerimiz Sur şehrinde gördüklerimizle kıyas edilemez bir noktadaydı. Her halinden anlaşıldığı üzere burası Beyrut’un merkezinde yer alan 80.000 insanın ikamet ettiği büyük bir mahalle yerler ama şimdi yıkılmışlar, yıkılmayanlar ise oturulamaz durumda. Mağazaları, dükkanları, okulları, spor merkezleri, kahveleri, apartmanlarıyla kocaman bir mahalle yerle bir edilmişti. İş makineleri hararetli bir çalışmanın içinde. Söylendiğine göre ilk günden enkaz kaldırma çalışmaları başlanmış ancak çok uzun süre devam edeceği anlaşılıyor..

Bir yandan insanlar evlerine bakmaya, tek tük sağlam kalmış parçalarını toplamaya çalışıyorlar. Görüntü tam deprem görüntüsü, yarısı sarkmış bina parçaları, camlarda sallanan perdeler, parçalara ayrılmış kıyafetler, oyuncaklar, buzdolabında dışarı fırlamış yiyecekler...

Bu arada herkesi etkileyen bir diyalog yaşanıyor. Neredeyse bütünüyle yıkılmış mahallede ayakta kalmış üç katlı küçük bir bina, her tarafı yıkık binalarla dolu. Orta katı ayakta duruyor ve balkonunda bir yaşlı kadın toz alıyor, kocası bize “gidecek hiçbir yerimiz yok, burada kalıp direneceğiz” diyor.

Yıkılan bina enkazlarının yanında ve üstünde kırmızı bezler üzerinde yaşananları ve sebeplerini anlatan cümleler okuyorduk; ‘ABD Yapımı’ .’Tam hedef vuruldu’ , ‘The New Midlle B/east’

Bir yerde gönüllü merkezini görüyoruz. Burada toplanan gençler enkaz kaldırmada aktif rol alıyorlar.

Burada konuştuğumuz bir hanım eşini üç yıl önce kaybettiğini ve işlettiği kuru temizlemeci dükkanının bulunduğu binanın bombalanması nedeniyle dört çocuğuyla kız kardeşinin evinde kaldığını söylüyor. Bize gösterdiği dükkanda teslim için hazır elbiselerin naylonları içinde durmasına rağmen kimsenin dokunmadığı görülüyor. Üzerinde irtibat telefonu yazan asılı bir karton dikkatimiz çekiyor. İki katlı ve bir ay öncesine kadar gayet güzel işleyen bu işyeri şu an hayalet görüntüsünde. 3 sene evvel eşini kaybeden ve 4 çocuğu ile ayakta durmayı şimdiye kadar başaran bu hanım için bundan sonrası belirsizliklerle dolu.

Gezide yer alan iHD ve MAZLUMDER heyetiyle birlikte olan herkesin bu kadarını beklemediği anlaşılıyordu. Şehrin göbeğinde, bir mahallenin komple bombalanmasının savunma ile alakası olamazdı. İsrail Hizbullah’a destek veren halktan intikam almıştı. Bu bir katliamdı.

Dahiye’den Nadi El Saha merkezine gittik. Orada Uluslar arası heyet olarak bir basın açıklaması yapıldı; Yunanistan Savaşı Durdurun kampanyasından temsilci “Gördüklerimiz bizi şaşkınlığa düşürdü, burada korkunç bir saldırı olmuş. Bunu kınıyoruz. Gördüklerimiz bizi çok öfkelendirdi. Döndüğümüzde herkese bu vahşi saldırıları anlatacağız. Lübnan halkı bu saldırıya karşı sergilediği direnişle hepimize umut verdi. Ortadoğu’da bu direniş yankısını bulacaktır. Biz olduğumuz her yerde bu direnişi destekleyeceğiz. İsrail bombalarla sağlayamadığı şeyi, Hizbullah’ın silahsızlanmasını Birleşmiş Milletlerle sağlamaya çalışıyor. Buna izin vermemeliyiz” dedi. Küresel BAK adına Yıldız Önen, Lübnan halkıyla dayanışmak için burada olduğumuzu, Türkiye’de bu saldırılara karşı büyük bir öfke olduğunu ve Pazar günü bir miting düzenlediğimizi ve Türkiye’nin Irak’ta olduğu gibi bu sefer de asker göndermemesi için elimizden geleni yapacağımızı söyledi. Ortadoğu’daki tüm işgallerin bitmesi için mücadeleye devamın önemini vurguladı.

Basın toplantısından sonra görüşme listemizde yer alan Timur Göksel’le De Prague Cafe’de konuşuyoruz. Timur bey Lübnan yakın tarihi ve son dnemde yaşananlarla ilgili çok açık bilgiler veridi. Bundan sonra kendisine ceşitli sorular yönelttik; Özellikle sorduğumuz Türkiye’nin asker göndermesi konusunda; Hizbullah ile doğrudan konuşmadan böyle bir şeye asla girişilmemesi gerektiğini , Büyük Ortadoğu Projesi konuşmalarını sadece Türkiye nin ciddiye aldığını bunun hiçbir başka devlet tarafından dikkate bile değer görülmediğini söyledi.

İsrail in 1948 den beri tek amacı ve politikasının her alanda ve her gün Araplara darbe vurmaya çalışmak olduğunu belirtti. Hizbullah’ın prestijinin saldırılardan önce de zaten çok kuvvetli olduğunu, saldırılar sırasındaki faaliyetlerinin bunu pekiştirdiğini söyledi. Sanıldığı gibi Hizbullaha İran yardımının çok fazla olmadığını, örgütün kendine ait şirketleri ve yurtdışından gelen yardımlarla projelerini yürüttüğünü belirtti.

Lübnan halkının devletten güvenlik dışında bir beklentileri olmadığını, her işin kendi kendine yürüdüğünü açıkladı. Sivil toplum kavramının çok yeni olduğu ülkede, insan hakları örgütlerinin çok aktif olmadıklarını söylüyor.

Hizbullah ın 1992 de Nasrallah ın başa gelmesiyle evrim geçirdiğini ve her kesimden halkın sevgisini ve desteğini kazandığını belirtti. Nasrallah ın karizmatik kişiliği ve elemanlarını hiçbir zaman yalnız bırakmamasının takdir gördüğünü ve bunun hareketi güçlendirdiğini söyledi. Yine üniversitelerde çok sayıda taraftarı olduğunu ve destekleyenlerin her kesimden bulunduğunu ve bu nedenle Hizbullah’ın basit bir örgüt olarak nitelenemeyeceğini ve sosyal alanlar dahil bir devlet gibi Lübnan hükümetinden daha organize olduğunu söyledi.

O gün akşam kaldığımız otelde görüştüğümüz Lübnanlı Siyaset Bilim Doktoru Ali Beyin söyledikleri çok önemliydi: “Saldırının boyutunu gördünüz, onu size anlatmam gerekmiyor. Bizim için önemli olan politik yanıdır. Bir kez daha İsrail’e karşı mücadele ettik ve kazandık. Bu başarımız Arap dünyasına örnek oluşturacaktır. Yıllardır emperyalizmin saldırısı altındaki bölgemizde artık durum değişecektir. Bu bir kıvılcım olabilir, bizi örnek alanlar olacaktır. Bizim açımızdan sizin gibi heyetlerin gelmesi çok önemli. Bize güç veriyor, Chavez’in uluslar arası alanda yaptıkları çok etkileyici. Küreselleşen dünyada direnişi de küreselleştiriyoruz ” dedi.

21.08.2006 Pazartesi günü sabah Güney Lübnan a doğru hareket ediyoruz. Ancak bu kere Nagihan bey ağır hastalığı nedeniyle bize katılamıyor, otelde kalıyor. İki gün önceki sahil yolunu yeniden geçiyoruz. Yol üzerinde gördüğüz bir zırhlı personel taşıyıcı dikkatimizi çekiyor. İsrailin işgal yıllarından kalma ve muhtemelen vurularak çalışamaz hale getirilen bu aracın içinde bir ağaç dikili. Üzerinde “hiçbir ordu bunu yok edemez” yazıyor. Sanki İsrailin zırhlı için yazdığı sözün doğru çıkmaması kadar tabi hayatın yok edilemeyeceğini de anlatıyordu.

Sayda ve Sur’dan transit geçiyoruz. Özellikle Sur’dan sonra gördüğümüz tüm benzin istasyonları vurulmuş idi. Yalnızca benzin istasyonları değil, marketler, alış verişi konu yapan tüm dükkanlar, elektrik trafoları, küçük atelyeler, evler, camiler ve yaşam için gerekli tüm unsurlar bombalanmıştı. Köprü ve yollar zaten ilk bombalanan yerlerdendi.

Daha güneye, Kana kasabasına iniyoruz. Rehberimizin tavsiyesiyle Hureyb adlı bir köyde duruyoruz. Köy 500 nüfuslu şirin bir yerleşim yeri. Maalesef halkının onda biri saldırılar sonucu öldürülmüş. Arabadan iner inmez ilk dikkatimizi çeken vurulan camiydi. Caminin karşısındaki evin üst katı vurulmuş ve bu evde insanlar ölmüştü. Evin alt katında kalan aileyi ziyaret ediyoruz. Kulağımıza neşeli bir kız çocuğunun sesi geliyor. Etraftaki harabelere tezat olarak yükselen bu güzel terennümü duyunca hemen yanına gidiyoruz. Sevimliliği ve sıcakkanlılığıyla bir anda bizleri o mekândan uzaklaştırıp, kendi güzelliğine ve masumiyetine çekiyor. Babaannesi içinse durum çok daha farklı. ABD ve İsraile lanetler yağdırırken gözyaşlarını tutamıyor. Türkiye den selam getirdiğimizi söylüyoruz ve sımsıkı sarılıyoruz ona. Yüreklerimiz beraber çarpıyor, bunu bilsin ve hissetsin diye.

Daha sonra saldırıda ölenlerin mezarlarını ziyaret ediyoruz. Az ilerde oturan bir grup hanımın yanına yaklaşıyoruz. Kimisi sigarasını içiyor, kimisi akşam yemeği için sebze ayıklıyor. Hemen yanı başımızda duran ve yazılarla donatılmış yerin ne olduğunu soruyoruz. Meğerse cenaze evi imiş ve yanımızda oturan bey de ölenin abisi imiş. Üzüntümüzü ifade etmekte zorlanırken ağabeyinin gözlerindeki umudu ve gururu görüyoruz. Hemen o mis kokulu ve lezzetli Lübnan kahvelerinden ikram ediliyor. Arkadaşlarımız İskenderundan Erdoğan beyin gönderdiği hediyeleri çocuklara dağıtıyor. Aileye taziyelerimizi bildiriyoruz.

Köyün içinde geziye devam ediyoruz, Kamuoyunda geniş yankı bulan sığınakta bombalanan insanların toplu mezarını görüyoruz. Mezar taşları yerine İsrailin attığı bomba parçaları konulmuş. Mezarın hemen yanında cenaze evleri. Evlerin önünde iskemleler konmuş, selam verip oturuyoruz. Kadın erkek herkes bize ilgi gösteriyor. Türkiye’den gelmemizi önemli buluyorlar, “biz kardeşiz, sizi seviyoruz” diyorlar ancak aynı günlerde Abdullah Gül’ün İsrail ziyaretinin üzücü olduğunu da hemen ekliyorlar. Oturduğumuz her bir topluluk bize hemen sigara ve kahve ikram ediyor. Sanki cenaze evi değil, dik ve metanetliler. Taziyelerimizi bildiriyoruz her birine.

Bir yerde ayağından yaralı bir beyin oturduğunu görüyoruz. Arkasında kaybettiği beş kişilik ailesinin toplu resmi var. Babaannelerinin yanında dizilmiş yaşları değişik çocukların resimdeki yüzüne uzun süre bakmaktayız. Hemen yanında bir başka aile resmi, yine çocuklar var.

Bir dağın yamacına kurulmuş şirin bir başka eve konuk oluyoruz. Bütün aile bir arada. Bizimle İngilizce konuşan evin abisi saldırılar başlayınca Belçika’dan gelmiş, Bayanlar siyah kıyafetleri içinde. Şiiler için geleneksel bir kıyafet olduğunu bildiğimizden ölülere yas için giyilmiş olduklarını düşünmüyoruz. Bu evden 7 kişi can vermiş saldırılarda. Daha güvenli gördükleri, ilk katı dağın içine inşa edilmiş eve saklanmış 33 kişi. Sadece 6 sı kurtulmuş. Enkazdan son anda kurtarılan gencecik bir kadın var evin halkından. Biri 1.5 yaşında iki evladını bu saldırıda kaybeden hanım, yaşayan bir ölü, gezen bir hayalet gibi evin içinde dolaşıyor, tek söz etmiyor ve ağlamıyor. Cam bardakta çay ikram ediyorlar. Sanki çaya hasretimizi biliyorlar. Kendi acılarını anlatmak istemiyorlar. Soruyoruz; “hiçbir şeye ihtiyacımız yok, sağolun, ziyaretiniz önemli. Ancak bu saldırılar bitsin ve barış gelsin bir an önce diyorlar”

Büyükler kadar çocuklar bize ilgi gösteriyor. 7-8 yaşlarında bir çocuk; beş çocuğuyla ölen amcasının burada Hizbullah üyesi yok İsrail buraya saldırmaz dediğini , saldırırlar başlayınca ise tepe ucunda yer alan ev yerine akrabasının evine geldiğini ve sığınağa girdiklerini ancak İsrailin ortadaki bu evi vurduğunu ve aileden 21 kişinin öldüğünü anlatıyor.

Birkaç yerde bomba parçaları ve bir yerde parçalanmamış bomba var. Etrafları kırmızı ile boyanmış, dikkat edilsin diye.

Kana’dan ayrılıp Bint Jubail kasabasına hareket ediyoruz. Yol boyunca Lübnan ordusu ve BM birliklerine rastlıyor ve onlarla görüşmeler yapıyoruz.

Saat 17:00 civarında İsrail sınırına 10 km. yakınlıktaki Bint Jubail kasabasını ziyaret ediyoruz. Kasabanın her yeri vurulmuş. Bomba ve kurşun deliği olmayan oto, ev, market, dükkan ve cami bulunmuyor. Burada şiddetli çatışmalar olmuş. Anlaşılan İsrail teknoloji üstünlüğünü göstermek için havadan, karadan kurşun ve bomba yağdırmış.

Şehir boş,insanlar yer yer merkezi caddede görünüyor. Bu arada görüştüğümüz gazeteci bir hanım Sur’da Sivil savunma binasında bulunan cesetlerin fotografını çektiğini ve bize gönderebileceğini söylüyor.

Güneş batmak üzere, mihmandarımız kalmamızın riskli olacağını, artık ayrılmamız gerektiğini söylüyor. Beyrut a doğru yola çıkıyoruz. Saida şehrinde verdiğimiz moladan sonra saat 22.30 gibi otelimize ulaşıyoruz. Saat 23.00 te otelde sosyal yardımlar konusunda bir STK yetklisi olan Dr. Ali Hamadi ile görüşüyoruz. Özellikle ; vurulan hastanelerde medikal cihazlara ve ilaçlara ihtiyaç bulunduğunu ve ihtiyaç listesi gönderebileceğini söylüyor.

22.08.2006 Salı günü Beyrut’taki Şatilla kampını ziyaret diyoruz. Şatilla’da yaşanan katliamlar ve Filistinlilerin sorunları ayrı bir inceleme konusu olacak kadar önemli.

Öğle üzeri Türkiye Büyükelçiliği’nden Müsteşar Yunus Bey ile görüşmeye gidiyoruz. Lübnan’da bulunma nedenimizi anlatıyor ve izlenimlerimizi paylaşmak, kendilerini dinlemek istediğimizi ve bu çerçevede bir nezaket ziyareti yapmak istediğimizi söylüyoruz. Bizi memnuniyetle karşılıyor ve Lübnan ve saldırılar hakkındaki düşüncelerini bizimle paylaşıyor. Biz de gözlemlerimizi ve duyduklarımızı kendisine aktarıyoruz.

Elçilikten sonra Türkiye’ye dönmek üzere Suriye’ye Şam’a yöneliyoruz. Sınır kapısına yaklaşırken yeniden vurulan yol ve köprülerle karşılaşıyoruz. Hatta Lübnan yanındaki kapıyı geçip Suriye kapısına gider iken ara bölgedeki yolun vurulduğunu görüyoruz.



TESPİTLERİMİZ

- Lübnan’da gördüğümüz; yolların ve köprülerin bombalanması, özellikle güney bölgesinde benzin istasyonları, elektrik trafoları, atölye, market, camiler, kiliseler, okullar, iş yerleri ve hayatın devamını sağlayacak alanların yaygın bir şekilde ve sıralı olarak bombalanması ve bombaların tahrip gücünün ağırlığı ile bütün bunlar için gerekli olabilecek hazırlık süresi dikkate alındığında; iki askerin kaçırılmasından önce saldırıların tasarlandığını göstermektedir.

- Kaldı ki, bu planlama tartışmasına girmeden önce İsrailin hangi kurala dayanarak saldırıya geçtiği sorgulanmalıdır. İsrailin saldırı için meşru hiçbir sebebi bulunmamaktadır. Daha önce sınır ihlalleri yapan ve uluslar arası hukuku hiçe sayan İsrail olmuştur. İlk Kana katliamının işlendiği 1996 yılında İsrail, BM bayrağı altındaki bir UNIFIL karargahında sivillerin korumaya alındığını bilerek burayı bombaladığına dair; BM bağımsız müfettişi Hollandalı general Franklin Van Kappen’in de soruşturması da bu durumu doğrulamaktadır.

- Lübnan’da gördüğümüz manzara sivil ölümlerinin öldürme kastı dışında, dolaylı ölüm olarak gerçekleştiğine ilişkin İsrail savlarını haklı gösterecek bir nitelikte görülmemektedir. Saldırılarda sivillerin ölmesinin planın dahilinde olduğu anlaşılmaktadır. İsrailin sivillerin yaşamına saygılı olmadığı açıklamalarından da görülmektedir. İsrail Başbakanı Olmert, bombalarla öldürülen çocukları bile “potansiyel terörist” olarak gösteren söylemiyle sivilleri öldürmekten rahatsız olmadığı , aksine açıkça bunu teşvik ettiğini göstermektedir.

- İsrail sivillerin belirli bir şehri boşaltmasını istediğinde dahi bunda samimi olduğu argümanları zayıf kalmaktadır. Çünkü insanların bir bölgeyi terk etmesine yarayacak ve askeri stratejik önemi olmayan benzin istasyonları vurulmuş ve yollar tahrip edilmiştir. Suriye Lübnan sınırına, Lübnan’ın kuzeyine kadar uzanan bu bombalamalar ile ölümleri umursamadığı kadar, bölgeyi olabildiğince çok can kaybı ve yerleşim alanlarının yaşanılamaz bir nitelikte terk eden insanların geri dönmeyerek bölgenin insansızlaştırılmasını amaçladığı görüşü güç kazanmaktadır. Bu anlamda ABD ve AB ülkelerinin ateşkesi erteleyici, sivilleri öldürmeyi cesaretlendirici tutumlarını not etmekteyiz.

- Saldırılar sonrası Dünyanın her tarafından yardım geldiği, yardımların Lübnan Hükümetince sivillere ulaştırılmadığına dair yerel kaynaklar ve halktan aldığımız yoğun şikayetler bulunmaktadır.

- Yaptığımız görüşmelerde halk ve yerel kaynaklar sıkça şu görüşü dile getirmişlerdir:” Bir ülke halkının kendisini savunma imkanlarından yoksun bırakılmasının İsrail tarafından istenmesi ve BM’nin bu yönde karar almasının hiçbir ahlakiliği bulunmamaktadır”. Kanaatimizce; Saldırganın silahsızlandırılması öncelenmelidir. Silahsızlandırmadan bahis açılacaksa İsrail dahil bir bütün olarak böyle bir gündem ve esas olarak da barış bir bütün olarak gündem yapılmalıdır. Hatta Taraflar, coğrafya, ülkeler açısından bir bütün olarak ve eş zamanlı yürütülmeyen tüm çabalar bir tarafa hizmet edecek ve adil olmayacaktır.

- Halk ve yerel kaynaklar şu görüşü de sıkça dillendirmişlerdir; “Lübnan halkının devlet yapılanması onların takdirinde olmalıdır. BM dahil hiçbir kurumun toplumların kaderi hakkında keyfi müdahaleye hakkı bulunmamaktadır. Saldırgana yönelik önlemler yerine , saldırganı koruyan ve saldırıya uğrayanın ülkesine ve hayatına müdahale olan bir düzenlemeyi kimse ahlaki ve adil bir sonuç olarak kabul edilmesini bekleyemez.”

- ABD ve İngiltere’nin doğrudan silah sevk ederek İsrailin katliam suçlarına ortak olduğu iddiaları dahil tüm iddialar araştırılmalı, sivil insanların ölümüne neden olan kişiler soruşturmaya tabi tutulmalı ve yargılanmalıdır.

- Lübnan’a atılan bombalardan patlamayanların tespit ve imhası ile atılanların radyoaktif nitelikte olup olmadığı bağımsız kaynaklarca araştırılmalıdır.

- Türkiye uluslar arası düzen öngörse de ahlakiliği bulunmayan iş ve ilişkilerden uzak durmalı ve katliama ve benzeri suçlara ortak olmamalıdır. Katliamın sorumlularıyla var olan ve onların öldürücülüğünü artıran anlaşmalara son vermelidir. Türkiye hiçbir koşul ve gerekçeyle Lübnan’a asker göndermemelidir. Türkiye medyasında yazıldığının aksine; görüştüğümüz yerel yetkililer ve halk; Türkiye’ye sevgilerini dile getirdikten hemen sonra Abdullah Gül’ün İsrail gezisine ve Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesine karşı olduklarını söylemişlerdir. Hatta daha açık bir ifadeyle; “ Gelen hiçbir askeri bağrımıza basacak değiliz” şeklinde sözler sarf edilmiştir.

YAYIN BİLGİLERİKategori Adı Yurt Dışı RaporlarTarih 2006-07-01
Şube ve Temsilcilerimiz
istanbul
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği - MAZLUMDER İSTANBUL ŞUBESİ
Adres: Molla Gürani Mh. Şehit Pilot Mahmut Nedim Sk. No: 5 Kat: 4 Fatih / İSTANBUL (Aksaray Metro Durağı B Kapısı Karşısı)
E-posta: mazlumder[a]gmail.com | Telefon: +90 (212) 526 2440 | Faks: +90 (212) 526 2438

Ziyaretçi Sayımız : 4643394