Avrupa'da Ayrımcılık Raporu

BİTMEYEN 11 EYLÜL:
Derinleşen Öteki ve Sıradanlaşan Irkçılık

2006

SUNUŞ

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ?uluslararası terörle savaşı? ön plana çıkararak Ortadoğu?ya yönelik askeri müdahaleler dönemini başlatan ABD?nin bu tavrı bütün dünyada olduğu kadar, milyonlarca mültecinin, yabancının ve azınlık grubunun yaşadığı Avrupa?da da ?öteki?ni hedef alan saldırıların artmasına ve ayrımcılığın kökleşmesine yol açmıştır.

Aslında kökleri 11 Eylül öncesine dayanan, ancak 11 Eylül?le birlikte tırmanışa geçen bu ayrımcı uygulamaların hedef kitlesini ise, gerek küresel düzeydeki ABD politikaları açısından olsun gerekse bölgesel düzeydeki AB politikaları açısından olsun, Müslümanlar oluşturmaktadır.

Müslüman bireylere ve cemaatlere karşı beslenen önyargılar ve bundan kaynaklanan değişik dozajdaki düşmanlıklar, Avrupa ülkelerinde günden güne artmaktadır. Müslümanlar, kasıtlı veya yanlış politikalar sonucu kamusal yaşamda, gerek dinlerinden gerekse kültürlerinden dolayı ayrımcılığa uğramakta, adeta sosyal hayattan soyutlanma ile karşı karşıya gelmektedirler. Hem kamu otoritesi düzeyindeki hem de toplumsal düzeydeki İslam karşıtlığı politikalarının, 90?lı yıllardan sonra, dünyada vuku bulan çeşitli siyasal olaylar sonucu tırmanışa geçtiği ve 11 Eylül sonrasında zirveye ulaştığı artık herkesçe bilinen bir gerçektir.

Bu gerçekten hareketle, MAZLUMDER, Avrupa genelinde baş gösteren ayrımcı uygulamaları yıllık bazda izlemeyi ve değerlendirmeyi kararlaştırdı. Elinizdeki raporu bu dizinin ilk ürünü olarak sunuyoruz.

Raporun ortaya çıkışı iki ayrı aşamada gerçekleşti. İlk aşamada, MAZLUMDER bünyesinde oluşturulan ?Avrupa?da Gelişen Ayrımcılığı İzleme Komitesi?, 11 Eylül sonrasında gelişen sürece ilişkin olarak basına yansıyan ayrımcı uygulamaları, olayları ve yasaları taramak yoluyla elde edilen verilerden ve konuya ilişkin akademik-bilimsel kitap ve makalelerin takibi yoluyla ortaya çıkan bulgulardan hareketle raporun taslak halini oluşturdu.

İkinci aşamada ise, taslak halindeki bu metnin, kendisine ilişkin olarak kaleme alındığı ülkeler örneğinde incelenmesi ve bu yolla da metnin içerdiği aşırılıkların ve eksiklerin giderilmesi amacıyla oluşturulan ve içinde akademisyenlerin de yer aldığı Mazlumder heyeti, Almanya ve Fransa?ya giderek çeşitli sivil toplum kuruluşları, insan hakları örgütleri, dernekler v.b. ile görüştü.

Bu bağlamda, Mazlumder üyelerinden Mehmet Doğan ve Ahmet Kızılkaya ile Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi araştırma görevlilerinden Dr. Erdem Denk ve Hasan Saim Vural?dan oluşan Mazlumder heyeti, Almanya ve Fransa?da şu kuruluşlarla görüşmeler yaptı:

- Tehdit Altındaki Halkları Koruma Örgütü (GFBV)
- Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu (FIDH)
- İnsan Onuru ve Hakları Derneği (HDR)
- Avrupa Türk İslam Birliği Merkezi (ATİB)
- Milli Görüş Genel Merkezi (IGMG)
- Kanal Avrupa Televizyonu

Raporun hazırlanmasında katkısı bulunan herkese ve özellikle, merkezi İstanbul?da bulunan Araştırma ve Kültür Vakfı?na teşekkür ederiz.


Ayhan Bilgen
Genel Başkan

GİRİŞ

İnsan haklarına ilişkin bildirileri, bu hakların doğasına ilişkin evrensel dogmaların ifadesi olmaktan çok, insan olmaya ilişkin temel niteliklerin gerçekleşebilmesi ve insanlık onurunun korunup yaşatılabilmesi için gerekli olanaklar olan temel hakları herkes için sağlamaya yönelik istemlerin dile getirildiği metinler olarak görmek yerinde olacaktır. Temel haklar, ancak bu istemlerin yaygınlığı ve temel hakların korunup geliştirilmesi hususundaki oydaşmanın gücü ölçüsünde güvenceler haline dönüşebilir. Gerçekten insanın temel hakları, yine insanlar tarafından gerçekleştirilen ve insan doğasına yabancı olmayan eylemlerin tehdidi altındadır. Savaşlar, zorbalık, baskı, horgörü, zayıfların güçlülerce ezilmesi, kölelik ve kolonileştirme gibi olumsuz pratikler, yalnızca geçmişe ait örnekler değildir; şu veya bu biçimde bugün de gözlediğimiz ve ortadan kaldırılmaları için yoğun ortak çabaya gerek duyduğumuz tehditlerdir.

İnsanlığın son yüz yılı, bir yanda insanın giderek daha gelişmiş teknikler ve olanaklarla hemcinsinin varlığına ve onuruna saldırmasına, diğer yanda insan onurunun ve varlığının korunması için gerekli asgari hakların herkes için güvenceye alınmasını amaçlayan bir oydaşmanın ve ortak çabanın güç ve belirginlik kazanmasına tanık olmuştur. Bugün, evrensel insan hakları anlayışı, söylem düzeyinde üstünlük sağlamış görünmektedir; ancak bu üstünlük, söylemin öngördüğü hakların yeryüzünün hemen her yerinde bir biçimde ihlal edilmekte olduğu gerçeğiyle birlikte düşünülmelidir. Yeryüzünün bazı bölgeleri, yoksulluk, kıtlık, savaş gibi ağır koşullar altında hemen hiçbir hakkın güvencede olmadığı kara delikler halindedir; ancak, zenginlik ve barış içinde yaşayan uygarlık adalarında da evrensel insan hakları açısından kabul edilemez gelişmeler yaşanmaktadır: Temel haklar bakımından vatandaşlarla yabancılar ve göçmenlerle yerleşikler arasında ortaya çıkan uçurum, sefalet koşullarında yaşayan marjinal sınıflar, köleliğin, ırkçılığın ve ayrımcılığın yeni biçimlere bürünerek tekrar tekrar hortlatılması gibi.

Temel hakların korunmasına ve geliştirilmesine adanmış girişimlerin ve evrensel insan hakları söyleminin yansıdığı dramatik küresel arka plan budur. İnsan haklarından söz etmenin, ancak bu korkutucu gerçekliğin bilincinde olduğumuzda gerçekten bir anlamı olabilir; çünkü İnsana ve haklarına yönelik saldırılar karşısında etkili davranış yöntemleri geliştirmek istendiğinde ilham alınacak yer bu gerçekliktir. Dahası, insan haklarına ilişkin bilincin yükseltilmesi çabası bir inanca dayanmaktadır: Bu inanç, ihlalleri önleyici bir biçimde hareket edilebileceğine; en azından uzun vadede bireyler ve topluluklar için temel hakları güvence altında bulunduracak bir davranışı elde edecek tarzda, tüm insanların düşüncelerine ve yaşamlarına özgürlük, saygı ve hoşgörüyü yerleştirebileceğine inanmaktan ibarettir. İnsanla insan, insanla toplum, insanla devlet ve toplumla devlet arasındaki ilişkilerin barışçıl olması bu inancın gerçekleşmesine bağlıdır.

Bu raporun temel amacı, insan haklarının korunması ve geliştirilmesi için küresel ortak mücadele bağlamında, Avrupa'da son dönemde meydana gelen insan hakları ihlallerindeki artışın ve yabancılara yönelik kısıtlamaların ortaya çıkarmış olduğu en önemli sorunların tespit edilerek raporlanması ve bu yolla bir kamuoyu oluşturulmasıdır. Bu çerçeve içerisinde, ayrımcılığın, siyasal, hukuksal ve gündelik pratikler üzerindeki etkileri bazı Avrupa ülkeleri örneğinde incelenecektir. Bu incelemenin konusunu oluşturan ve Avrupa'daki ayrımcı politikaların hedefi haline gelmiş olan yabancıların, mültecilerin ve Müslüman azınlıkların hakları üzerinde süregiden ihlallerin tespitinde şu sorun başlıkları karşımıza çıkmaktadır:

a) Dil sorunu
b) Eğitim sorunu
c) İşsizlik
d) İşkence ve kötü muamele
e) Asimilasyon
f) Ayrımcılık
g) Kültür çatışması
h) Din çatışması
ı) Aile birleşimi/oluşturma hakkına konulan sınırlamalar

Elinizdeki rapor, bu alandaki pek çok diğer çalışma gibi, evrensel insan hakları bilincinin canlı tutulması yoluyla özgürlük, saygı ve hoşgörünün yaşamlarımıza yerleşebileceğine dair inanca dayanmakta; ve bu sorun alanlarında yaşanan ihlallerin bir haritasını kamuoyunun dikkatine sunmak suretiyle, bu bilince bir katkı yapmak amacını taşımaktadır.

1) TARİHSEL SÜREÇ

Günümüz insan haklarının bazı temel özelliklerine bir dereceye kadar öncülük eden tarihsel olarak çok önemli evrensel fikir ve önerilerin ya da ulusal yasal düzenlemelerin bulunduğu gerçeği bir yana, günümüz insan haklarının kat'i, kayıtsız şartsız evrenselliği ve bu şartların korunması için gerekli sorumluluk yapısı tamamen ve kesinlikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni uluslararası düzenin ürünüdür ve Birleşmiş Milletler Tüzüğü?nün sayesinde ortaya çıkmıştır.

İkinci Dünya Savaşı'ndan önce insan haklarının korunması salt ulusal bir sorun olarak düşünülüyordu. İngiliz, Amerikan, Fransız Bildirgeleri ve bazı anayasalar, gerçekte kendi vatandaşlarına ve ülkelerinde bulunan kişilere yönelik hükümler içeriyordu. Devletler, genel olarak, başka bir devletin insan haklarına ilişkin sorunları ile ve o devletin bu alandaki uygulamaları ile kendi vatandaşları söz konusu olmadığı ve siyasi, dini veya diğer nedenlerle ilgilendikleri kişileri amaçlamadığı sürece ilgilenmiyorlardı. Bu ilgisizliğin sebebi, Devletleri ortak ilke ve amaçların etrafında toplayıp bir araya getiren ve o Devletler üzerinde belli bir otoriteye sahip olan uluslararası bir örgütün yokluğuydu. Bu anlamda, Milletler Cemiyeti'nin kurulması insan haklarına saygı düşüncesinin uluslararası nitelik kazanmasının ilk adımını oluştursa da insan haklarına saygı, Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın kurulması ile uluslararası, hatta evrensel bir boyut kazanmıştır.

İnsan hakları standartlarının oluşturulması ve evrensel düzeyde kabul görmesi 1945'ten sonra Birleşmiş Milletler Şartı?nın himaye ve sayesinde oluşturulan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi sayesinde mümkün olmuştur. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda 10 Aralık 1948 günü kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, kendi deyimi ile, ''bütün halklar ve uluslar için erişilmesi gereken ortak bir ideal'' oluşturur. Böylece, insan haklarının muhafazası için oluşturulan İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası rejim, yaşayan hiç bir insan ferdini istisna etmeden çok yüksek öncelikte bir eşit insan haysiyeti ilkesine siyasal bağlayıcı nitelikte bir taahhüdü içeriyor ve insanların insan haklarının tanınması, tasarrufu ve uygulanması konusunda hangi gerekçelerle olursa olsun ayrımcılığa açıkça yasaklama getiriyordu.

İnsan haklarının somutlaşmasını sağlayan bu metin, kabulünden 18 yıl sonra, yani 1966'da kabul edilen ve İkiz Sözleşmeler olarak da bilinen Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi?yle tamamlanmıştır. Bu iki anlaşma, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nde belirtilen hakları daha ayrıntılı bir şekilde ele alır ve 1976'dan bu yana da uluslararası hukukun bir parçası olarak yürürlüktedir.

Uluslararası insan hakları standartları sistemine Evrensel Bildirge'den sonra ilave olunan insan hakları normlarının bolluğundan söz edemeyiz, ancak bu doğrultuda, 4 Aralık 1986'da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda Gelişme Hakları Deklarasyonu benimsenmiş ve yine aynı gün Genel Kurul, İnsan Hakları Alanında Uluslararası Standartları Tayin Eden Kararı da onaylamıştır.

Böylece gelişen bu uluslararası insan hakları rejimi, Birleşmiş Milletler? den ayrı olarak, Avrupa?da 1952 yılında yürürlüğe giren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesiyle de, sözleşmede koruma altına alınan temel hak ve özgürlüklerin ihlalini taraf ülkelerde bağlayıcı nitelikte çözümleyen bir düzenlemeler zinciri oluşturarak insan hakları bilincinin bölgesel düzeyde derinleşmesini sağlamıştır.

Evrensel insan haklarının korunması için var olan bu uluslar arası rejimin temel niteliği Devletin işlediği insan hakları ihlallerine odaklanmasıydı. Bu durum 1991?de SSCB?nin yıkılmasına kadar devam etmiştir. SSCB?nin yıkılmasıyla sona eren Soğuk Savaş sonrası dönemde insan hakları kavramının tanımı değişmiş ve daha değişken, daha dinamik bir insan hakları kavramı ortaya çıkmıştır. Bu yeni dönemde, insan hakları vurgusu yalnızca devletin yaptığı ihlaller üzerinde odaklanmamış, yanı sıra özel alandaki insan hakları ihlalleri de önem kazanmaya başlamıştır. Bu bağlamda, şirketlerin, kocaların, babaların yaptığı ihlaller gündeme gelmiş ve kamusal alandan daha çok aile içinde hakları ihlal edilen kadınlara yönelik haklar ön plana çıkmıştır. 1993?te Viyana?da yapılan Birleşmiş Milletler Dünya İnsan Hakları Konferansı?nda kadınların maruz kaldığı hak ihlalleri saptanmış ve daha sonra tüketici hakları ve çevre hakları da insan hakları olarak kabul edilmiştir.

Bu süreçte, devletlerin kendi iç düzenlemelerini diğer devletlerin ve uluslararası örgütlerin denetimine açma yönündeki eğilim ve tercihleri ön plana çıkmıştır. Devletler kendi iradeleriyle ?iç alanı? dışarının denetimine açmıştır ve ulusal düzlemde eylemlerini kısıtlayacak uluslararası yükümlülükler altına girmişlerdir. Bu durumun en gelişmiş olduğu yapılar ise Kuzey Amerika ve Avrupa Birliği?nde ortaya çıkmıştır.

Yine Soğuk Savaş döneminin hukuki bağlayıcılık ve mekanizmalardan yoksun yumuşak (soft-law) bir insan hakları deklarasyonundan farklı olarak, taraf ülkelerde soykırımı, savaş suçları ve insanlığa karşı suçları yargılamakla yetkili bir uluslararası Ceza Mahkemesine doğru evrilen bir uluslararası normatif-hukuksal yapının oluşmaya başladığı bir dönemdir. 18 Temmuz 1998?deki diplomatik konferansta, Uluslararası Ceza Mahkemesini kuran Roma Statüsü kabul edilmiştir. 1998 yılında atılan bu adım, insan hakları alanında uluslararası hukuksal yapının nasıl dönüştüğünü ve nasıl sert bir hukuka (hard-law) doğru evrildiğini de göstermektedir.

Soğuk Savaş sonrası dönemin değişen uluslararası politik şartlarında ve insan hakları konusunda yaşanan olumlu gelişmelerle oluşmaya başlayan bu yeni uluslararası insan hakları rejimi, 11 Eylül 2001 saldırılarıyla ciddi bir darbe yemiştir ve bundan sonrası, insan haklarına yönelik onlarca yıllık kazanımların kaybedilmesi süreci olmuştur.

Gerçekten de, bu süreçte, insan hakları alanında çok önemli gerilemeler yaşanmış ve eskiden insan hakları kavramına hararetle sahip çıkan gelişmiş ülkeler, şimdi kendileri insan haklarını ihlal eder hale gelmiştir.

11 Eylül saldırılarından sonra oluşan bu yeni süreçte, insan haklarının korunmasının ve standartlarının ciddi olarak tehdit altında olduğu, tamamen yeni bir küresel durum oluşmuştur.Terörizm ile mücadele adına hükümetler ve yönetimler, açıklamış oldukları daha fazla güven oluşturma amacı ile bir dizi önlem, yasa ve politikayı kabul etmişlerdir.

Alınan bu önlemler sonucu, özellikle Araplara ve Müslümanlara karşı olmak üzere ırkçılık, ayrımcılık ve hoşgörüsüzlükte gözle görülür düzeyde bir artış olmakla kalmamış; daha önce hukuk düzeni ile yönetilen toplumların sınırları içerisinde işleyeceği en dar çerçeve olarak kabul edilen insan hakları standartları doğrudan sorgulanmaya başlanmıştır. Bugün bu standartlar, yönetimler tarafından direkt ayrımcı yasalar dahil, ciddi olarak sorgulanmaktadır.

Bu sorgulama bağlamında, 11 Eylül sonrası yeni algılanan uluslararası terörizm tehdidine karşı AB?nin yanıtı hızlı ve kapsamlı olmuştur. 20 Eylül 2001 tarihinde düzenlenen Özel Avrupa Konseyi ?Terörizm ile ilgili yol haritası? hazırlamıştır. ABD?de de benzeri bir süreç yaşanmış ve Uluslararası Af Örgütü, ABD ve AB ülkeleriyle ilgili olarak hazırladığı raporlarda insan hakları ihlallerine ilişkin olarak duyduğu kaygıları dile getirmiştir.

ABD?nin öncülüğünde oluşturulmaya başlanan yeni dünya düzeni, ilk olarak Afganistan?da ve daha sonra da Irak?ta giriştiği işgaller yoluyla şiddetin ve baskının küresel düzeyde egemen olmasına yol açmıştır. Bunu bir sonucu olarak da, başta demokratik ülkeler olmak üzere, demokratikleşmekte olan ülkeler ve anti-demokratik ülkeler güvenlik gerekçesiyle hem siyasi muhalefeti kolayca bastırabilmişler hem de ülkelerin de anti demokratik kanunlar, başta terörle mücadele kanunları olmak üzere çıkarabilmişlerdir.
Kısaca ve son olarak söylersek, dünyanın 11 Eylül saldırılarıyla girdiği ve hala devam eden bu yeni süreçte, ?insan hakları? kavramının yerini ?güvenlik? kavramı almış ve başta ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere önemli ölçüde ve gittikçe artan oranda hak ihlalleri olmuştur ve olmaya devam etmektedir.

2) AVRUPA'DA AYRIMCI UYGULAMALAR

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından küresel düzeyde tırmanışa geçen insan hakları ihlallerinin hedef kitlesi haline gelen yabancıların, mültecilerin ve Müslüman azınlıkların maruz kaldığı ayrımcı uygulamaları Avrupa genelinde inceleyebilmek için, öncelikle bir kurum olarak Avrupa Birliği'nin konuya yönelik yaklaşımları ana hatlarıyla ve bir kaç başlık altında ele alınacaktır. Daha sonra da, ayrımcı uygulamaların yoğun olarak yaşandığı ve hak ihlalleriyle öne çıkan bazı AB ülkeleri açısından sorun incelenecektir.

2.1) Avrupa Birliği ve Ayrımcı Politikalar

Avrupa'da son yıllarda meydana gelen insan hakları sorunlarındaki artışı ve yabancılara yönelik kısıtlamaları üç ana başlık altında incelememiz mümkündür:

- Terörizm ile Mücadele Sırasında İnsan Hakları İhlallerinin Normalleştirilmesi

- İltica Hakkının Aşındırılması

- İslamofobi: Ayrımcılığın Normalleşmesi

2.1.1) Terörizm ile Mücadele Sırasında İnsan Hakları İhlallerinin Normalleştirilmesi

11 Eylül 2001 saldırılarından sonra başlayan süreçte 'Terörizm ile Mücadele' adına ve daha fazla güven oluşturma amacı ile alınan bir dizi önlem, yasa ve izlenen politikalar sonucu, özellikle Araplara ve Müslümanlara karşı olmak üzere ırkçılık, ayrımcılık ve hoşgörüsüzlükte ciddi artışlar olmuş ve insan hakları standartları ciddi olarak sorgulanmaya başlamıştır. Bu bağlamda, 11 Eylül sonrası algılanan uluslararası terörizm tehdidine karşı bir tedbir olarak Avrupa Birliği, 20 Eylül 2001 tarihinde düzenlenen Özel Avrupa Konsey'inde ' Terörizm ile İlgili Yol Haritası' hazırlamıştır.

Bu anlamda, ilk olarak, terörizmle mücadele ile ilgili Konsey Çerçeve Kararı 13 Haziran 2002'de kabul edilmiştir. İkinci olarak, Avrupa tevkif müzekkeresi ve teslim prosedürü ile ilgili Konsey Çerçeve Kararı, AB içerisinde, sadece terörizm için değil, diğer tüm iade hakkı olan cezalara uygulanabilen daha basitleştirilmiş bir iade şekli getirmiştir. Buna göre; kişilere isnat edilen fiillerin her iki ülke yasalarında suç olarak nitelenmiş olmasına gerek duyulmadan, iade talepleri AB üye ülkeleri arasında yürütülebilir. Yani, AB üye ülkelerinin terörizm ile ilgili yasalarının tanımlamaları AB tanımlamasının çok ötesine geçtiği durumlarda bile, iade talepleri dikkate alınır ve bu talepler AB genelinde geçerli olur şeklinde bir anlayış getirmiştir.

Ayrıca, sanık ve şüpheliler için usuli koruma önlemlerini sağlama taahhüdü de henüz gerçekleştirilmemiştir ve daha itham edildikleri suçtan hüküm giymemiş kişiler dahi, şüpheli uluslararası teröristler arasında gösterilerek Resmi Gazetede yayınlanan halka açık bir listede afişe edilmişlerdir.

2.1.2) İltica Hakkının Aşındırılması

Avrupa Birliği'nin endişe verici temel hak ihlallerinden biri de mülteci koruma mekanizmalarının giderek bozulmasıdır. İltica durumunun belirlenmesi için uygun prosedürlerin yokluğu veya azlığı, ilgili başvuru prosedürleri ve bunların uluslararası standartlara uymaması mülteciler ve sığınmacılar açısından ciddi sorunlar doğurmaktadır.

Polisin, sınır ve sahil muhafazalarının sığınmacı ve göçmenlerin hayatı ve güvenliğine tehdit oluşturan uygulamaları uluslararası standartlara uymamaktadır. Bunun en bariz örneği, Avrupa Bakanlar Konseyinin, Parlamento'nun 13 Ekim'deki ret kararına karşın, 1 Aralık 2005'te yayınladığı yönerge ile ''güvenli kaynak ülke'' kavramını AB mevzuatının bir parçası haline getirmesi olmuştur. Normalde, bütün iltica başvurularının, başvurunun özel şartlarına göre değerlendirilmesi gerekirken, ''güvenli kaynak ülke'' kavramı, AB ülkelerine belli ülkelerden gelecek iltica taleplerini incelemeden reddetme yetkisi vererek uluslararası mülteci hukukunda yerleşmiş bir norm olan 'geri-göndermeme' ilkesini açık bir şekilde ihlal etmiştir.

2.1.3) İslamofobi: Ayrımcılığın Normalleşmesi

Avrupa'da yaşayan Müslüman toplulukların hemen hemen tamamı kendilerine karşı artan oranda hissedilen bir düşmanca atmosferle karşı karşıyadırlar. 11 Eylül saldırılarından sonra daha belirgin bir hal almaya başlayan bu atmosfer tarihten gelen önyargı ve şüphelerle şekillenmektedir. Bu önyargı ve şüpheler ışığında, bütün Müslümanlar cahil ve kötü olarak görülmekte ve dışlanmaktadırlar. İslam ve Müslümanlar 'terör, şiddet ve diğer olumsuzluklarla? anılarak genelleştirilmektedir. Kamu kurumlarında Müslümanlar tanınmamakta ve kimliklerine saygı gösterilmemektedir. Müslüman olarak tanınan kişilere, camilere, Müslümanların mülkiyetine ve mezarlıklarına yönelik bıktırıcı ve şiddet içeren saldırılar olmaktadır.

İşte bu durum, kısaca ?İslam'dan, Müslümanlardan ve onlara dair olan şeylerden duyulan kaygı ya da korku? diye tanımlayabileceğimiz İslamofobidir.

Aslında, İslamofobi, daha az düzeyde de olsa önceden beri var olan ve derin bir şekilde kökleşmiş bir önyargıdır. Bununla birlikte, 2001'den sonra Müslüman toplulukların varlığı ve yaşadıkları toplumlar üzerindeki olumsuz etkileriyle ön plana çıkarak temel sorun haline gelmiştir. İster ayrımcılık ve hoşgörüsüzlük olarak ister bir çeşit şiddet olarak görülsün, İslamofobi, sosyal ve politik birliği tehdit ettiği gibi insan haklarının da ihlaline yol açmaktadır. Şurası kesindir ki, İslamofobi, nüfusun çoğunluğunun İslam'ı bilmediği, tanımadığı yerlerde görülmektedir.

Özellikle Avrupa'da son yıllarda sağ radikal hareketlerin yükselişe geçmesi, artan İslamofobi ve Türkiye- Avrupa Birliği ilişkilerinde yoğun olarak gündemde tutulan 'kültür', 'din' ve 'tarih' tartışmaları sonucunda bir takım krizler baş göstermektedir. Bu anlamda, karikatür krizi süresince yaşananlar oldukça düşündürücüdür.

Danimarka'da başlayan bu krizi 'basın özgürlüğü' bağlamında değerlendiren Avrupalı yöneticilerin bir kısmı, Avrupa Birliği müktesebatını ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin bu konudaki içtihatlarını hiçe saymışlardır.

Gerçekten de Avrupa müktesebatına göre peygamberlere küfür edilemeyeceği gibi dinlere de hakaret edilemez. Ayrıca AİHM'nin bu konuda içtihat mahiyetinde kararları da bulunmaktadır. Bu kararlardan birincisi 23.08.1994 tarihli Otto-Preminger-Institut/Avusturya kararıdır. Bu kararda 'Hristiyanlığa ve Hz. İsa'ya hakaret içeren film, fikir özgürlüğü kapsamında değerlendirilemez.' denmektedir. Allah'a ve dine hakaret içeren bir kitabın yazarının ve yayımcısının ceza kovuşturmasına uğramasını konu edinen 14.09.2005 tarihli İ.A./Türkiye kararında ise şöyle denilmektedir: 'Fikir özgürlüğü İslam'a hakareti içeremez.'.

Avrupa Birliği müktesebatına ve AİHM'nin içtihat niteliğindeki kararlarına rağmen, Avrupa Birliği'nin her hangi bir önlem almaması ve sadece basit kınamalarla yetinmesi, söz konusu gelişmelerin ardında yatan İslam düşmanlığını güçlendirmektedir.

2.2) Ülke Örnekleri

Avrupa düzeyinde politikalar ve uygulamalar inceledikten sonra, tek tek ulusal örnekler üzerinde durarak, Avrupa genelinde hakim olan ve farklı ülkelerde benzer ulusal politikalar ve uygulamalarla görünürleşen ortak eğilimlerden söz etmek yerinde olacaktır.

İNGİLTERE:

Dünyanın 11 Eylül saldırılarıyla girdiği yeni dönemeçte, ABD'nin küresel düzeyde yürüttüğü politikaların küresel düzeydeki müttefiki ve savunucusu haline gelen İngiltere'de, son yıllarda ırkçı, ayrımcı ve yabancı düşmanlığına dayalı uygulamalarda ciddi artışlar olmuştur. Bu artışlar, özellikle haksız gözaltılar, kötü muamele ve işkence alanlarında yoğunlaşmıştır.

Bu haksız ve hukuk dışı uygulamaların meşrulaştırılması için bahane olarak kullanılan ve özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında insan hakları aleyhinde yürütülen her türlü politikanın da gerekçesi olarak gösterilen 'Terörle Mücadele' adına 14 Aralık 2001 tarihinde çıkarılan Anti Terör Suç ve Güvenlik Yasası (ATCSA) İngiltere'de, başta Müslümanlar olmak üzere yabancıların ve sığınmacıların aleyhinde yürütülen kampanyanın kaynağını oluşturmuştur.

ATCSA?nın 4. Bölümüne göre, Dışişleri Bakanı sınırdışı edilemez yabancı uyrukluları ?şüphelenilen uluslararası teröristler? olarak tasdik edebilir ve her hangi bir ceza vermeksizin veya duruşma olmaksızın süresiz alıkoyabilir. Bu kararın gerekçeleri, ilgili şahsa veya tercih ettikleri avukatlarına asla açıklanmayan gizli bilgiler içerebilir. Ayrıca Bakan, İngiliz vatandaşı olmayan kişilerin, herhangi bir suçlama veya yargılama olmaksızın tutuklanmasını, gözaltına alınmasını isteyebilir.

Bu doğrultuda, ATCSA uyarınca haklarında bir suçlama yapılmaksızın ve yargılanmadan, belirlenmemiş ve potansiyel olarak sınırsız bir süre için gözaltına alınanların yanısıra bu gözaltı süresince maruz kalınan kötü muamele ve gözaltı koşulları tedirgin edici boyutlara ulaşmıştır. Uluslararası Af Örgütü 11 Eylül 2001 sonrasında yaşanan gelişmeler karşısında İngiltere'nin politikalarından duyduğu rahatsızlığı ifade etmiştir. Buna göre, İngiltere'de ciddi insan hakları ihlallerinin meydana geldiği belirtilmiş ve gözaltına alınan kişilere yönelik muamele ve gözaltı koşulları kınanmıştır. Ayrıca, 22 Aralık 2004?te, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri, 2001 tarihli Terörizm Yasası?nın derhal yürürlükten kaldırılmasını istemiştir. Bu kararı İngiltere?deki en yüksek yargısal makam olan Lordlar Kamarası?nın 16 Aralık 2004?te aldığı ve terörist faaliyetlerinden şüphelenilen yabancıların belli bir süre sınırı, iddianame ve yargılama olmaksızın gözaltında tutulmalarını yasadışı ve AİHS? ne aykırı bulan kararı izlemiştir.

Bu tepkiler sonrasında, ATCSA?nın terörizmle suçlanan yabancıların gözaltında tutulmalarıyla ilgili olan 4. kısmı değiştirilerek 11 Mart 2005?te terörizmin önlenmesi başlıklı yeni bir yasa çıkarılmıştır. Bu yasa öncekinden farklı olarak, yalnızca yabancıları değil İngiliz vatandaşları da kapsayacak şekilde düzenlenmiş olmasına karşın, yasa, Müslümanlar başta olmak üzere yabancılara karşı kullanılmaya devam etmiştir. Özellikle 7 ve 21 Temmuz 2005?te meydana gelen saldırılardan sonra terörle mücadele yasasının sertleştirilmesi gündeme gelmiştir. Londra saldırılarının ardından İngiltere?de Müslüman ve göçmenlere yönelik saldırılarda artışlar olmuş ve resmi ağızlardan terörle mücadele yasasının sertleştirileceği, gözaltı sürelerinin uzatılacağı ve göçmenlerin derhal sınırdışı edileceği şeklinde açıklamalar yapılmıştır.

Terör bahanesiyle, başta Müslümanlar olmak üzere yabancılara yönelik yaratılan bu korku atmosferi sonucu halk arasında, göçmenlerin ve Müslümanların hemen hepsine yöneltilen şüpheli terörist anlayışı hakim olmuştur. Bu doğrultuda, İngiliz polisi ?Asyalı ve bombacı? olduğundan şüphelendiği sırt çantalı bir genci vurarak öldürmüştür. Yine aynı günlerde, Asya kökenliler ve Müslümanlar arasında endişe artarken Daily Express gazetesi ?Tüm bombacıları vurun? manşetiyle çıkmıştır. Yine bu korku ve panik atmosferi içinde, bazı Müslüman liderlerin ?persona non grata? ilan edilerek ülkeye girişleri yasaklanmış, Müslümanlara ait mezarlıklara yönelik saldırılar olmuş ve Müslümanların can ve mal güvenliklerine karşı tehditler savrulmuştur. Ayrıca üniversitelerde Müslüman öğrenciler çeşitli baskılarla karşı karşıya kalmışlardır. Müslüman öğrenciler ve gruplar, bazı konferanslara ve toplantılara alınmamış, Müslüman öğrenciler aleyhine bir takım olaylar yaşanmıştır.

İngiltere?nin başta Müslümanlar olmak üzere yabancılara yönelik izlediği ırkçı, ayrımcı politikalar, yalnızca İngiltere ile sınırlı kalmamıştır. İngiltere?nin ABD ile birlikte Irak?ta paylaşmış olduğu işgalci rol ve İngiliz askerlerinin Irak?ta sivil halkı öldürmeleri, esirlere kötü muamelelerde bulunmaları ve işkence yapmaları İngiltere?nin insan hakları ihlallerini küresel düzeyde gerçekleştiren bir ülke olarak algılanmasına yol açmıştır.

Aslında, İngiltere?nin insan haklarına yönelik ihlalleri ve bu ihlallerin muhatapları olan Müslümanlara ve göçmenlere yönelik ayrımcı politikaları 11 Eylül sonrasında yoğunlaşmış olsa bile, çok daha gerilere uzanır. İngiltere?de yıllardır süregelen, ancak 11 Eylül sonrasında gündem oluşturabilecek kadar öne çıkan bu ihlallere, genel olarak baktığımızda, İngiltere'de ırkçı sebeplerle işlenen suç ve şiddetin 1994'ten 2004 yılına kadar geçen 10 yıllık sürede 10 kat arttığını görürüz. Irkçı Şiddet Kurbanlarına Yardım Vakfı'na başvuranların sayısı 10 yıl önce 3 bin 72 kişi iken bu rakam 10 yıl sonra 33 bin 374 kişiye ulaşmıştır. Bu kaygı verici artış, yalnızca sayısal olarak gerçekleşmemiş, aynı zamanda ayrımcılığın ve ırkçılığın boyutlarını da genişletmiştir. Artık devlet hastanelerinden futbol sahalarına kadar her yerde ırkçılığın izlerini görmek mümkündür. Nitekim, 2004 yılı başlarında İngiltere'de açıklanan bir resmi soruşturma raporunda ırkçılığın devlet hastanelerine kadar uzandığı açıklanmıştır. Azınlık mensuplarının ve özellikle siyahların İngiltere'de milli sağlık sistemi içinde ihtiyaç duydukları ve hak ettikleri teşhis ve tedavi imkanlarından yararlanamadıkları da bu raporda açık bir şekilde ortaya konmuştur.Irkçılığın izlerini futbol sahalarında görmek de mümkündür. Özellikle siyahi oyuncuların maymun sesi çıkarılarak aşağılanması İngiltere'de rutin bir hal almıştır.

Bütün bu uygulamalar, İngiltere'nin bu konudaki sicilini kabartırken meydana gelen olaylar karşısında İngiliz yöneticilerinin sergilemiş oldukları tavır oldukça düşündürücüdür. 2001 yılında dönemin Göçmen İşlerinden sorumlu Bakan Yardımcısı olan Barbara Roche, yaptığı bir konuşmada, yapılan ayrımcılığı savunarak ülke sınırına gelen herkese eşit muamele yapmanın işleri yavaşlattığını ve dolayısıyla mültecilere eşit davranamayacaklarını açıklamış ve ırkçılığın resmi düzeyde de kabul gören bir anlayışa dönüştüğünü ortaya koymuştur.

Sonuç olarak İngiltere, hem ulusal düzeyde hem de küresel düzeyde yürüttüğü politikalarıyla başta Müslümanlar olmak üzere yabancılara yönelik ayrımcı uygulamaların hem savunucusu hem de uygulayıcısı olarak öne çıkan bir ülke halini almıştır.

FRANSA:

Avrupa?nın köklü demokrasilerinden biri olarak kabul edilen Fransa?da, son yıllarda ırkçılık, ayrımcılık ve hoşgörüsüzlükteki artış başlıca yönelimler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yönelimlere, bütün dünyada olduğu gibi Fransa?da da hız kazandıran 11 Eylül saldırıları ve sonrasında gelişen süreç olmuştur. 11 Eylül 2001 saldırılarından itibaren, ?terörle mücadele? adına çıkartılan tüm yasalarda ırkçılık resmileşmiş ve yabancı olmak, suçlu görülmek için yeterli olmuştur. İşte bu atmosfer, 27 Ekim 2005?te başlayan ve Fransa?yı Paris olayları diye tanımlanan iç savaş ortamına doğru sürüklemiştir.

Paris?in varoş kesimlerinde yaşayan Afrika asıllı 2 yabancı gencin polisten kaçarken sığındıkları elektrik trafosunda can vermeleri ile patlak veren olayların en büyük sebebi olarak, Fransa?nın mevcut siyasi sistemindeki azınlık politikaları, sosyal ve ekonomik politikaları ile dini alanda özellikle Müslümanlara karşı olan ve başörtüsünün devlet okullarında yasaklanması ile devam eden politikaları gösterilmektedir.

Bu sebeplerin başında, sosyal ve ekonomik politikalar gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Fransa?da çalışma hayatına ilişkin istatistikler oldukça düşündürücüdür. İşsizlik oranı genel olarak yüzde 10 iken, gençler arasında bu oran yüzde 21?e ulaşıyor. Müslüman gençler arasında ise yüzde 40-50?ye kadar varıyor. Fransa?da 2004 yılında yapılan bir araştırmaya göre bildik Hıristiyan ya da Fransız adlarıyla başvuranların yüzde 75?i iş görüşmelerine çağrılırken, Cezayirli veya Arap adlarıyla başvuranların ancak yüzde 14?ü çağrılmıştır.

Ayrıca ayrımcılık salt iş hayatına özgü bir durum değil, konut bulmada da benzer bir sorun yaşanmaktadır. Birçok büyük kentin banliyölerinde, örneğin Paris?te, yerliler ?yabancıların? yoğunlaştığı semtleri terk ederken, yerlilerin oturduğu daha bakımlı semtlerde yabancıların kiralık ev bulmaları da, hem gelir düzeyi farkı hem de ev sahiplerinin ve ilgili kurumların çıkardıkları zorluklar nedeniyle oldukça zordur. Yaşanan bu ayrışma sonucu gettolaşma ortaya çıkmaktadır ve göçmenler, özellikle de göçmen gençler arasında ciddi tepkiler oluşmaktadır.

Başörtüsü sorunu da tartışmaların odağında yer almaya devam etmiştir. 2004 yılında hükümetin politik kaygılarını yansıtan bir kararla devlet okullarında var olan dinini ve inancını ifade etme özgürlüğünün aleyhinde bir uygulamaya geçilmiştir. 2004 yılının Mart ayında, Başkan Jacques Chirac?ın, Müslüman öğrencilerin tamamen okullardan soyutlanmasına neden olacak başörtüsüne yasak getiren kanunu onaylaması Fransa?daki anti göçmen ve ırkçı çevreleri memnun etmiştir.

İşte bu göçmen tepkisi sonucu patlak veren Paris olayları sırasında hem hukuki hem de siyasi bazı kararlar alınmış, ancak bu kararlar da bazı sorunlara sebep olmuştur. Örneğin, olaylar esnasında oldukça fazla sayıda gözaltı ve tutuklanma yaşanmıştır. Sokaklarda rasgele yapılan kimlik kontrollerinin azı

YAYIN BİLGİLERİKategori Adı Yurt Dışı RaporlarTarih 2006-06-27
Şube ve Temsilcilerimiz
istanbul
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği - MAZLUMDER İSTANBUL ŞUBESİ
Adres: Molla Gürani Mh. Şehit Pilot Mahmut Nedim Sk. No: 5 Kat: 4 Fatih / İSTANBUL (Aksaray Metro Durağı B Kapısı Karşısı)
E-posta: mazlumder[a]gmail.com | Telefon: +90 (212) 526 2440 | Faks: +90 (212) 526 2438

Ziyaretçi Sayımız : 4644161